5 Eylül 2010 Pazar

Looking For Eric

“Zar atmaktan korkan asla altı atamaz”
“Her zaman düşündüğünden daha fazla seçeneğin vardır”
“En asil intikam affetmektir”

ve

Bishop (B): Bağırıyorlar. Adını haykırıyorlar.
Cantona (C): Korkunçtu, evet.
B: Sen mi korkardın? Asla!!
C: Durabilir diye korkardım. Kalabalığı şaşırtmayı severdim. Her zaman bir hediye vermek isterdim. İşe yaramayabilirdi, ama yararsa..
B: Akıldan çıkmazdın.
C: Evet. Ama bunun için önce kendine sürpriz yapmalısın. Risk alarak. Kendine hazırladığın limitlere bağlı. Sağlam oynarsan risk yoktur. Anladın mı?

“Zar atmaktan korkan asla altı atamaz”


- Looking for Eric

4 Eylül 2010 Cumartesi

Analist vs Tahminci

Özellikle data kullanımının yaygınlaştığı ve erişiminin kolaylaştığı 2000 sonrasında CRM'in büyümesine, analitiğin şirketlerin en anahtar birimlerinden biri haline geldiğini gözlemledik. Bu konuda en büyük atılım, müşteri bilgisine en çok erişime sahip olan finans ve telekomünikasyon sektörlerinden geldi tabii ki. Web tabanlı işler de doğal olarak bu atılımı son yıllarda daha çok yapmaya başladı. Google ve Amazon en güzel örnekler.

Analitiğin gücünü keşfetmem bu mesleği seçmemdeki en büyük sebep. Elimdeki malzemeyi (bilgiyi) doğru değerlendirerek ondan somut sonuç elde edebilecek olmak, bilgi ve fikir üretimi yapabilmek düşüncesi beni heyecanlandırıyor. O yüzden skorlamalar, segmentasyonlar, müşteri bazlı uygulamalar, trend analizleri, korelasyonlar yaptıkça optimal sonuca yaklaştığımı ve dünyaya katkıda bulunduğumu hissediyorum. Yaptığım uygulamanın dünyanın diğer yerlerinde kullanılacak olduğunu, kayıpları engellediğini bilmek müthiş haz yaşatıyor.

Ancak.. Optimizasyon teorik bir kavram. Optimal değere ulaşmayı istemek analistin aklını bloke etmemeli, analist yapılan işin çıktısını başından hesaplayabilmeli. Duracağı noktayı iyi bilmeli. Saplantılı bakış açısının üç türlü zararı var: Birincisi analizler zaten ciddi data altyapısı gerektirir ve kayda değer maliyete sebep olurlar. Saplantılı bakışla aynı emeği harcayarak karşılığında daha fazla değer elde edilecek bir analiz göz ardı ediliyor olabilir. İkincisi saplantı zaman kaybettirir ve alınacak aksiyonun ertelenmesi şirketi zarara uğrattırır. Üçüncüsü ise aşırı detay, eldeki datanın derinine inmek, yani alanı küçültmek demektir; bu da analizin güvenilirliğini düşürür.

Bu tehlikeleri işletmeci göremeyebilir; bu sebeple analist pratikte gelecek faydayı önceden görmeli, tahmin etmelidir. Uygulanabilirliği olmayan bir analizi sonuçlandırmak, hatta ona başlamak bile vakit kaybı olabilir; işte analistin düşmanı verimsizlik burada başlar.

Benzer bir tehlike de yanlış yönlendirilmiş analizler. "Pratikteki fayda?" sorusundan sonra sorulacak ikinci soru da "Neyin analizi?" olmalıdır. Şu şekilde açıklayayım: Müşterilerin kredibilitesini ölçmek isterken onları kredi geçmişine göre ayırmak mantıklıdır ve sizi sonuca götürür. Ancak onları saç rengine göre (!) ayırmak baştan saçma olur. Bu örnek ekstrem; ancak CRM'le yeni aşina olmuş şirketlerimizin yaptıklarına bakınca o kadar komik gelmiyor. Önceden bir fikriniz olmadan analize başlayamazsınız; bir içgörüye (insight), ya da geri bildirime ihtiyacınız var. Bu da analistten ziyade tahminci diye adlandırdığım insanın önsezilerine bağlı. Analist değil tahminci olun.

Analist/tahmincinin en önemli mücadelesi planlama yani analiz öncesi sorudur.

Erkeğin Aşkı

"Aşk, erkeğin yalnızlıktan kurtulmak için yürüdüğü yolda yapayalnızlığıdır."
"Aşk başka bir vücutta kendini sevmektir."

Bülent Akyürek, Kadınlar Üzerine Ahmet Abi'nin Gözünden Kaçanlar

Barcelona

Avrupa gezimin sonlarında arkadaşarımdan ayrılıp Barcelona'ya tek başıma gittim. Barcelona'da yaşayan bir arkadaşım olduğu için orada da yalnız kalmayacaktım. Barcelona uçağım Girona havaalanına indiğinde farkettim ki; burası ayrı bir şehir ve Barcelona'ya oldukça uzak (1.5 saat). Yine de kışın ortasında Avrupa içerisinde rastladığım tek güzel havaya şikayet edecek halim yoktu.

Pazar günleri FC Barcelona müzesi de dahil bütün müzelerin kapalı olduğunu öğrendim. Böyle günlerini değerlendirmek için en ideal etkinlik La Rambla'yı gezmek, pita'lardan atıştırmak ve o günkü karnavalı yakalamaya çalışmak. Evet, "o günkü"; çünkü Barcelonalı'ya her gün bir karnaval her gün bir festival. Kimisi bir hafta sürüyor, kimisi tek günlük; her halükarda bize lokal insanların hayata bakışıyla ilgili ipuçlarını veriyor. O gün de perküsyon karnavalı vardı.

La Rambla'nın başından sonuna yarım saatten biraz daha uzun sürede yürünebilir. Tabii bu süreyi etrafı daha çok özümseyerek arttırmak sizin elinizde. Caddenin sonunda Rambla Del Mar'a yani sahile ulaşılıyor. Mirador de Colom heykeli tüm ihtişamıyla yayaları karşılıyor. Burada şimdi ismini hatırlamadığım bir de alışveriş merkezi var. Bu arada belirtmem lazım; şehirde çoğunluk Katalan olmak üzere her ırktan bin çeşit insan var ve hepsi de her konuda çok yardımcılar.

İkinci günümün başında Camp Nou'yu ve FC Barcelona müzesini gezdim. Stad turu + müze bileti 17€; oldukça pahalı. Tavsiyem; bulabilirseniz direkt maça gidin, hem stad atmosferini de daha iyi yaşarsınız. Burada iki ilginç şey öğreniyorum: Birincisi o kadar övdüğümüz Camp Nou'nun sadece bir tribünün üstü kapalıymış. İkincisi ise spor gazetelerimizi üzecek cinsten; "Barçaladı" deyimini kullanmak saçmaymış. Zira Barça diye yazdığımız kelime "Barsa" olarak telaffuz ediliyor (Adamların marşlarında bile Barsa Barsa diye bağırıyorlar).

Günün kalanını La Rambla etrafını gezmeye adadım; önce Sant Agusti kilisesi ve "Hospital de la Sta. Creu & Biblioteca Catalunya"ya gittim. Daha sonra La Rambla'nın sonunda Sta. Anna kilisesini gördüm. Buraların hepsinin mimarisi çok güzel. Aslında Barcelona'nın mimarisine birkaç cümle ayırmak lazım. Şehirde zaten gotik hava hakim; bunun dışında diğer kültürlerden farklı olarak fazlaca interior-exterior binalar var. Yani bir iç cephe, bir de dış cephe var birçok binada. İç çephenin ordasında da Atrium denilen avlu bulunuyor. Şehrin önemli bir kısmını ise olduğu gibi Antonio Gaudi tasarlamış. Aynı gün gezdiğim La Rambla'ya yakın olan Casa Calvet ve Casa Batllo ile son günümde gezdiğim Casa Mila (La Padrera) da bu mimarın elinden. Vahşi neo-gotik diye de adlandırabileceğimiz bu tarzın kendine özgü deliliği şehre bambaşka bir hava katıyor; Barcelona en beğenilen şehirler listesine de bu yüzden balıklama giriyor.

Backpacker tarzı gezinin en güzel yanı değişik insanlarla tanışmak. Örnek: Hospital'de tanıştığım Gambia'lı Mohammad. Söylediğine göre eski bir eroin bağımlısı bir evsizmiş; daha önce ise öğretmenmiş! İnandım; çünkü oldukça kültürlü. Bana R. Tayyip Erdoğan'dan, Almanya'ya göç eden Türklerden bahsetti. Neyse, daha sonra yemek yedim; ancak tavuklu paella'yı beğenmedim. Bu arada her tarafta "Tapas" yazıyor; bunun anlamı sadece ve sadece "başlangıç". Garsonun dediğine göre bu ton balıklı ekmek de olabilir, patates kızarması da. O yüzden restorana oturmadan sormakta yarar var. İlerleyen günlerde bir paella daha yedim; bu kez deniz ürünlü. O ise fena değildi.

Barcelona'da yaşayan arkadaşımla buluşmadan önce La Sagrada Familia'ya gittim. Muhteşem, ama tamamlanmamış Gaudi eseri. Bir tarafını Gaudi bitirmiş, diğer tarafını onun ölümünden sonra çeşitli mimarlar tamamlamaya çalışıyorlar. Sürekli inşaat halinde olan bu çizgi filmden fırlama kilisenin beklenen bitiş tarihi 30 yıl sonra.. İsa ve aziz figürleri köşeli ve modernist bir şekilde yapılmış. Kule tepelerinde meyveler var.

Arkadaşımla buluşunca farkettiğim ve detaylarını arkadaşımın anlattığı bir gerçek var Barcelona'da. Bir kere Siesta'dan dolayı öğleden sonra 2-4 arası kapalı restoranlar ve mağazalar. Hayat döngüsünde böyle bir ara verilince bu sefer akşam yemeği de sarkıyor tabii. Restoranlar akşam 8'de, barlar 10'da, gece kulüpleri de ancak 12:30 gibi açılıyor. En yoğun zamanlarının da 2'şer saat ileride olduğunu düşünmek lazım. Öte yandan her yer pek bir eğlenceli; pub'larda interaktif oyunlar oynanıyor, happy hour'larda konsept ürünler (bira, shot, tavuk kanadı) ucuzluyor, herkes birbirine laf atıyor. Ayrıca arkadaşımın çok övdüğü Çipitos isimli bir shot bar var; ancak tadilat nedeniyle kapalıydı. Bir dahaki gidişimde kesin gideceğim.

Arkadaşımdan biraz daha kültürel bilgi: Barcelona resmen devasa bir tatil köyü. Herkes geniş. Her tip insan var ve herşey normal karşılanıyor burada. Mesela arkadaşımın ders programı sürekli erteleniyormuş. İnsanlar birbirlerine pislik yapmıyor, herkes deli gibi içiyor (gece-gündüz), ama kavga çıkmıyor. Marijuana legal değil; ama içerken seni görse biri, kimse bir şey demiyor. Kızlı erkekli bir sürü eşcinsel var. Katalan milliyetçiliği üst düzeyde, "İspanyol değilim, Katalan'ım" da çok yaygın bir slogan. Barcelona maçları olduğunda dünya duruyor, sokaklar boşalıyor. Ayrıca burada zengini de fakiri de aynı giyiniyor. Mantalite şu: "Burada yaşayacak, eğlenecek kadar para kazanayım ve bu yaşam partisini devam ettireyim". Yani geleceği pek düşünmüyorlar, araba ya da ev alma kaygıları yok. Üstelik 15 yaşındaki de 50 yaşındaki de aynı kafada. Zaten iyice kozmopolit bir şehir, her türlü ırk var. Tabii 3. dünya ülkelerinden gelenler daha çok; ama onlar da hep düşük klasman işlerde çalışıyor.

Ertesi gün Gotik Şehir'in dar sokaklarından yürüdüm ve Picasso Müzesi'ne gittim. Açıkçası o kadar da etkilenmedim. Zaten 1913 ile 1950 arası eserler yoktu. Sadece Picasso'nun Velazquez'den esinlenerek tekrar çalıştığı "Las Meninas" koleksiyonu etkileyici eser olarak orada bulunuyordu. Ben de diğer Gaudi eserleri olan Casa Vincent'e ve Parc Güell'e gittim. Bilmeniz gereken; metro durağı parka pek yakın değil; daha da kötüsü ulaşabilmek için ciddi sayıda merdiveni çıkmak gerekiyor. Çıkınca ise tüm bu uğraşların değdiğini anladığınız mimari ve manzara bizi karşılıyor. Mozaikli balkon, mozaikli merdiven, Gaudi tarzı kilise, Gaudi tarzı ev, yine Gaudi tarzı bir balkon daha, sarkıtlı geçitler ve sarkıtlı yollar.. Casa Gaudi'de ise 5.5€ vermeye değecek bir şey yok.

Arkadaşımla gece kumsalı gezdik. Yazın eminim çok güzel oluyordur, zira kumlar yumuşacıktı. Kış olduğu için dalgalar yüksekten vuruyordu kıyıya. Gece kulüpleri de bu bölgede. Bayağı lüksler, ama fiyatları Türkiye'deki muadillerine kıyasla çok ucuz. Buraları lokallerden ziyade turistler tercih ediyor. Bir de böyle bir ayrım var Barcelona'da işte; daha rahat, hatta bazen kirlik yerler Katalanlar için, lüks ama biraz kasıntı yerler turistler için.

Demem o ki; gençken bir noktada kesin yaşamak isteyeceğim bir şehir Barcelona. Dar sokaklarında yürümek, sokaktan geçen sarhoş insanlara laf atmak, öğlen aldığın uykuyla sabah 6'ya kadar kulüplerde sabahlamak, o deli mimarisinin olağan hayatında bir parça olduğunu bilmek.. İnsana kendini iyi hissetirir bu şehir..

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Dubrovnik

Şimdiye kadar gittiğim yerler içerisinde olması gereken popularitesine en çok ulaşamamış şehir belki de Dubrovnik. Batı Balkanlarda, Adriyatik kıyısında bulunan bu küçük şehre denizden, havadan, doğudan, batıdan, nereden bakarsanız bakın gözlerinizi almak mümkün değil. İki marina arasında tamamı surlarla kaplanmış ve araba girişi yasak bir yarımadadan bahsediyorum -ki bu yarımadanın 100 metre açığında üzerinde tek bir betonarme bulunmayan gizemli bir ada var.

Şehrin bahsettiğim bu kısmı "Old City - Grad" olarak geçiyor; bu bölgenin içine girdiğinizde ise artık vücudunuzun diğer fonksiyonlarını da yitirmeye başlıyorsunuz. Hayranlığın en üst düzeylerine çıkmamızda beklentilerimizdeki düşüklük de etkilidir elbet; yine de şehrin etkisini hafife almamak lazım. Şehir sadece bu "Grad" kısmından ibaret değil ve diğer bölgeler de güzel; ancak şehre geleceklere önerim Old City'nin her karışında bulunmadan bir yere ayrılmamaları.


Her ne kadar plansız bir şekilde Dubrovnik'e gelmiş olsak da Hırvatistan'ın diğer bölgelerinde de görebileceğimiz "Guesthouse" kültürü yardımımıza koştu. Sistem şu; otelleri - hostelleri bir kenara bırakın; etrafta "Sobe - Rooms - Zimmer" yazan tabelalara uğrayıp boş oda veya ev var mı diye sorup fiyat pazarlığı yapın. Bu kadar. Grad içerisinde Guesthouse'lar daha az lüks, ama yerleri çok iyi ve sevimli odaları var.

Araba park etmek Dubrovnik'te ciddi bir problem. Belli ücretsiz park yerleri var; ama bu yerler şehre uzak. Grad'ın girişine arabanızı bırakıp Dubrovnik'te kaldığınız süre boyunca Grad'dan çıkmayabilirsiniz. Sanırım en rahat ve doğru tercih bu olacaktır.


Kale turu (Wall Tour) ve savaş turu (War Tour) katılabileceğiniz, Dubrovnik'in coğrafyası ve tarihi hakkında bilgi sahibi olabileceğiniz turlardan. Pizza ve deniz ürünlerin yaygın yiyecek türleri; şehrin içinde ve marinalarda kaliteli yerler bulabilirsiniz. Buza Bar ve Buza Bar 2 hem manzaraları hem de eğlenceli garsonlarıyla ön plana çıkıyorlar. Yerlerini bulmak için ise Grad'ı arşınlamanız gerekiyor. Gece kulüplerinden Fuego (giriş €6) güzel, Capitano ise bedava ama bir o kadar da ayakaltı. Romantik ortam arayanlara kale surlarından ayaklarınızı denize sarkıtarak sabahlamalarını, gece kulübünden çıkıp eğlence arayanlara ise aynı surlardan denize atlamalarını tavsiye edebilirim :) Ayrıca olmazsa olmazlardan; Stradan Street'in sonundaki Çeşme'nin karşısındaki Şeytan Kafası'na çıkmak ve dengede dururken üstünüzü çıkarıp tekrar giyebilmek gerçek aşkı bulacağınızın habercisiymiş. Yapması oldukça zor.

Kişisel anlamda yaşadıklarımın da etkisi yüksek olduğundan Dubrovnik'le ilgili fikirlerimi herkes paylaşmayabilir. Yine de şunu da düşünmek lazım: Her şehir insana güzel anılar bırakabilecek ortamı sunamaz; Dubrovnik bunu fazlasıyla yapıyor.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Maradona


"Onunla büyüyen kuşak ondan kokainden dibe vurduğunda vazgeçmedi, şimdi kulübede duvar toslayınca da vazgeçmez. Çünkü Maradona mükemmel olmayan adamların en mükemmeli.."

Aceto Balsamico blog'undan
Maradona Giderken

9 Haziran 2010 Çarşamba

Girne

Yavru vatana daha önce gitmiştim; ancak hafızam o zamanki izlenimlerime dair herhangi bir bilgi içermiyor. Bu kezse kişisel-bürokratik bir nedenle gittim Kıbrıs'a. Gitmişken deniz kıyısında kalalım dedik, Girne'de Dome isimli otele 3 günlüğüne yerleştik. Burada hiçbir yer öyle ucuz değil, önceden rezervasyon yaptırmak gerekli. Dome da odaları guzel, temiz bir otel; ancak pek eğlenceli değil. Havuzu küçük, kumarhanesi sıkıcı. Yine de daha pahalı otellere bir alternatif oluşturabiliyor.

Girne küçük bir şehir ve kısa bir sahil şeridi var. Marina denilen bu bölgede akşamüstleri yürümesi zevkli. Her tipten kayıklar, gemiler, tekneler mevcut. Akşamları bu bölgede hayat daha canlı (ama yalnızca yazın böyle oluyormuş); ayrıca rakı-balık için uygun lokantalarla farklı tip akşam sefasını da bu bölgede değerlendirebiliyoruz. Şehrin içleri herhangi bir küçük Anadolu şehrinden çok farklı değil; sadece turist sayısı daha fazla ve insanlar mayolarla sokaklarda yürüyorlar. Parantez açmak lazım; ziyarete gelmiş turistler dışında burada dükkan veya coffee-shop açmış yabancılar da bulunuyor.

Kıbrıs'a özgü "şeftali kebabı" oldukça başarılı. Kuzu eti dolması gibi bir açıklaması var. Bunun dışında yediğimiz yemekleri o kadar çok beğenmedik biz açıkçası. Zaten Kıbrıs'taki esnafla ilgili -istisnalar hariç- "çakal" düşüncesi cidden kafamızda oluştu. Gerek lokantalarda, gerek dükkanlarda, gerekse taksilerde pazarlık payını düşünmek gerekiyor hep.

Deniz sporları-güneşlenme tercihi yapacaklara Girne'nin dışındaki plajlara gitmelerini tavsiye ederim. Yaklaşık yarım saatlik mesafede. Buralarda deniz ve kum güzel. Bu plajların olduğu bölgenin daha ilerisinde ise Lapta bölgesi var. Buranın da gece hayatı meşhur; tabii gece hayatından kasıt: Striptiz klüpleri.

Özetle, Girne iyi hoş; ama zaten buraya gelmiş olsaydım ve Kıbrıs'ta bir işim olmasaydı Kemer'de Side'de bir tatil köyünü tercih ederdim. Tabii bu tercihi yapabilmek için kumarda $100 kara geçip sonra $50 zarar etmiş olmak da gerekebilir.

7 Haziran 2010 Pazartesi

Roma

Bütün yollar Roma'ya çıktığı için Avrupa gezimizin bir parçasında da Roma'ya gittik. Yanlış zamana rezervasyon yaptığımız için hostelimize yerleşemedik ve araya taraya Vatikan'a oldukça yakın bir mesafede Ottaviano isimli bir pansiyon bulduk. Geceliği 9 Euro gibi ucuz bir rakam olmakla beraber yatakları rahatsız, temizlik eh işte, ama lüksten hiç ama hiç eser yoktu. İyi yönleri; çalışanların cana yakın insanlar olması ve Vatikan'a olan yakınlığı; ancak bir süredir yollardaysanız rahat ve sıcak yatak hayalleri suya düşebiliyor.

Kısa olan ilk günümüzde hava aydınlıkken Vatikan'da San Pietro meydanında fotoğraf çekip köprülerden birinden Roma'nın diğer tarafına geçtik. Roma'daki bir köprüden diğerini çekerken efsane fotoğraflar ortaya çıkabiliyor. Bu arada Roma'da en yaygın araba modeli Smart. Benim tahminim; belediye bu arabalar küçük ve trafikte az yer kaplıyor diye teşvik veriyor. Neyse biz Pantheon'a kadar yürüdük. Pantheon MS 126'da tüm Tanrı'lara adanarak yapılmış bir yapı. Özelliği hala en büyük desteksiz kubbeye sahip olan yapı olması. Kubbenin ortasında bir delik var; buradan içeriye giren ışık, güneş saatinin tersi yönünde (çünkü güneş saati gölgeyi kullanır) bir zaman göstergesi olabiliyor.

Önerim, Fontana di Trevi'ye (Aşıklar Çeşmesi) akşam saatlerinde gitmeniz. Dar bir alanda ihtişamlı heykeller, etrafta parıldayan sular; gerçekten ismi kadar etkileyici bir yapı. Ayrıca bu nokta ile Barberini arasındaki restoranları ciddi manada tavsiye ediyorum. Tüm Avrupa'da yediğim en güzel yemekler bu sokaklardaydı. 3 gece arka arkaya bu sokaklardaki restoranlarda her türlü pasta (makarna diyelim, çeşidi çok), patates, rosto, biftek, balık, salata ve şarap tarafımızdan denendi; tüm bu yiyecek-içeceklerden bir tanesine bile fena değil diyemem. Hepsi çok güzeldi.

Piazza Di Spagna (İspanyol Merdivenleri) de gece ziyareti için daha uygun bir yer. Gündüz çok kalabalık oluyor ve manzaranın tadına tam varılamıyor. Tabii merdivenlerin üst kısmında yer alan ve üzerinde güneş saati yer alan kiliseye girmek istiyorsanız gündüz gelmelisiniz. Ama Roma'daki diğer kiliseleri gördükten sonra bu istek hala devam eder mi, onu bilemiyorum.

İkinci günümüzde arkadaşlarımızdan biri aramızdan ayrılıp Londra'ya uçtu. Biz de Roma'ya 30 yıl sonra ilk kez kar yağdığını öğrendik ve bu şokla Vatikan'a gittik. Turumuza içinde onbinlerce eser gördüğümüz Museo de Vatikani (Vatikan Müzesi) ile başladık. Eser dediğim; heykeller, resimler, haritalar, bıçaklar, haçlar, döşemeler ve her çağdan her tip sanat eseri. Platinden yapılmış bir banyo, binlerce altın ve gümüş biz Türk akıllara müzenin değerini hesaplamamızı yasaklıyor. Zaten en son da Sistine Chapel'a girdik ve ihtişamın daha da artabileceğine tanık olduk. Bu kısımdan çıkınca Vatikan meydanından Basilica di San Pietro'ya (San Piyer Kilisesi) girdik be en büyük şoku yaşadık: Devasa, inanılmaz güzellikte, mermerden ve altından yapılma eserlerle dolu, en ince ayrıntısına kadar her noktası işlemeli bir yapıt. Etkilenilmeyecek gibi değil. Tüm Papa'ların mezarı olan bu kilise, dünyanın hem en büyük hem de en zengin kilisesi.

Roma'da gündüz menüsü spesyalim; kıyıda köşede bulduğunuz, büyük kare pizzaları yine kare kare keserek ikram eden büfe tarzı pizzacılara uğramanız. Kabaklı, patlıcanlı, mantarlı pizzalar nefis. Mozarellayı da gitmişken yememek olmaz. Bizim gittiğimiz dört büfeden üçü başarılıydı. Hatta bunlardan birinin işletmecisi-aşçısı İbrahim Tatlıses'i tanıyor, Mavi Mavi filmini ve şarkısını biliyor ve övüyor!

2. gün sonunda yerleştiğimiz hostel ise tam anlamıyla efsaneydi. Geceliği kişi başı 22 Euro'ya olabilecek en temiz ve lüks yer bu hostel: CIAK Hostel. Özellikle çiftseniz ve yüksek miktarda para vermek istemiyorsanız bu hostelin Private odalarini tavsiye ederim. Partnerleri olan "Secret Garden" isimli ve TV'li, rahat yataklı, sıcacık, günde iki kez temizlenen, mutlu odaları bize veriyorlar.

Roma'daki 3. günümüze Colosseo bölgesine giderek başladık. Hem Amphitheatre'i hem de Forum bölgesini guide ile dinlemekte yarar var; ki ikisini de görmek isteyenlere ve 2 kişi olanlara indirimli paketler var. Colosseum devasa tabii, güzel de. Ama yarısı yıkılmış ve asıl süslemeleri ne yazık ki Hristiyanlığı kabul edenler tarafından çalınmış. Orada Colosseum'un Roma'yi yakan Nero'dan sonraki imparator olan Vespasian tarafından başlatıldığını, onun oğlu Titus tarafından bitirildiğini öğrendim. Flavian hükümdarları Roma'yı güzelleştirmeleriyle meşhurmuş; ama Titus'tan sonra gelen Vespasian'in diger oğlu Dimitius, Senato'nun suikastine kurban gitmiş ve Flavian hanedanı bu 3 imparatorla sınırlı kalmış.

Buradan geçtiğimiz bölgenin adı Patatino. Burada Gregori isimli Rumen, İrlandalı aksanıyla eğlenceli guide'ımız bize bir sürü bilgi verdi. Aynı bölgede yer alan Circus Massimo (hipodrom), Forum Romano (Roma Forum caddesi), Arte di Julius Caesar (Jul Sezar mezarı), Temple of Virgins (bakireler tapınağı), Arco di Tito (Titus Kemeri), Arco di Konstantino (Konstantin Kemeri) ve daha neler; hepsi aynı bölgede. Ve tabii öğreniyoruz ki hem Colosseum'daki hem de bu bölgedeki tüm heykeller ve değerli taşlar zamanında bizim bir gün önce gördüğümüz Basilica di San Pietro'ya götürülmüş.

Muhtemelen yazdığım-yazacağım en uzun şehir yazısı Roma'ya ait -ki daha fazlasını hakediyor. Her metrekaresinden tarih akan, en kıyıda-köşede bile bir çeşmeye rastlayabileceğiniz, nefis yemekleri yiyip içkileri içtiğimiz, turistleri kazıklama meraklısı uzakdoğululara ev sahipliği yapan bu şehir; Avrupa'daki en ruhlu şehirlerden biri. Zaten Avrupa'ya gidip Roma'ya gitmeyeni dövüyorlar. Benim tavsiyem hiç dayak yemeyin.

6 Haziran 2010 Pazar

Paul Gascoigne

"İnkar edilemeyecek bir tek gerçek var; o da Britanya'nın savaş sonrası zihinsel tarihini yazmaya kalkan herkesin, Gazza'nın gözyaşlarını açıklamak zorunda kalacağıdır."

Simon Kuper, Futbol Asla Sadece Futbol Değildir

İngiliz Paul Gascoigne'in Dünya Kupası'nda Almanya maçında gördüğü sarı karttan sonra ağlaması üzerine

2 Haziran 2010 Çarşamba

Facebook'la Bağlan Hayata

Neredeyse 1 haftadır blog'lara, forumlara, bilgi-işlem sitelerine sırf "kendi web siteme nasıl facebook ile bağlanıp like butonu ya da yorum kutusu koyarım?" sorusunun cevabını bulmak için giriyorum. Gördüm ki insanlar ya herkesin herşeyi bildigini farzediyor ya da olayı biraz anlatıp gerisini önemsemiyorlar.

Uğraşımı yoğunlaştırdığım anda farkettim ki düşündügümden çok çok daha kolay bir işmiş bu. Madem öğrendim; deneyeceklere ugraşacaklara kolaylık olması açısından anlatalım. Eğer amacınız benim gibi sadece yorum kutusu ve like butonuysa etrafta duyduğunuz bin tane teferruatlı anlatımları boşverin; su aşağıya bakıverin:

1- Linkten "Set Up New Application"a (yeni uygulama oluştur) tıklayın.

2- Uygulama isminizi boş kutuya yazın ve "Agree" (kabul) seçeneğini seçin. Uygulamayi yaratmak için "Create Application"a tıklayın.

3- Uygulama yaratıldı. Burada karşınıza çıkan ilk sayfada "API Key" var. Bunu not edin bir kenara.

4- Simdi sol taraftaki "Connect" (baglan) sekmesine girin. Burada logo seçmeniz gerekecek. Aslında resmin ne oldugu önemli değil; o yüzden çok küçük (22px'den de küçük) bir resim seçmenizi tavsiye ederim.

5- Aynı sekmede "Connect URL" (baglanma adresi) isminde bir başlık var; o kısma web sitenizin anasayfasının ismini yazın. Gerisini boş bırakabilirsiniz. Buradaki işimiz bu kadar.

6- Simdi web sitenizin koduna gidin. Body kısmında bağlantıyı yapacağınız yere şuradaki kodu ekleyin. Bu ekleme işlemini API Key'inizi linkte gösterdiğim yere kopyalayarak yapin.

7- Buradan sonrası çok kolay.

7-A) Eğer hem like hem yorum kutusu istiyorsanız şuradaki kodu kullanın. CSS kullanıyorsanız linkte CSS yazan yere CSS dosyanızın yerini yazın. Genişlik degerlerini değiştirmek size kalmış.

7-B) Sadece like butonu istiyorsanız şuradaki kodu kullanın.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Masa Da Masaymış Ha

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu

Bakır kaseye çiçekleri koydu
Sütünü, yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu

Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu

Kimi seviyordu, kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu

Pencere yanındaydı, gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu, açlığını koydu

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu

Edip Cansever

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Brugge

Eğer Hollanda'dan Belçika'ya arabayla geçerseniz farkedeceğiniz ilk şey Hollanda'daki düzgün temiz yolların Belçika'da biraz bozulması olacak (yine de İstanbul genelinden daha düzgün). Pahalılık ise Hollanda'ya göre biraz daha makul, ancak diğer Avrupa ülkelerine göre hala yüksek düzeyde. Bruksel'i çok fazla gezemediğim için Belçika geneliyle ilgili çok yorum yapmak doğru olmaz; yine de kısa kısa çabuk farkedilen gerçekleri yazalım.

Bir kere bu kozmopolitliğin bu kadar küçük bir yerde biraraya gelmesi insanlık açısından güzel bir örnek olsa da yaşayışta zorluklara sebep olduğu kesin. Metroya biniyoruz, 3 dilde -Fransızca, Flemenkçe ve Hollandaca (Dutch)- anons yapana kadar durak geçiyor. Tabii bu dilleri bilmeyip İngilizce'lerine güvenmiş olan turistleri zor duruma düşüren bu durumla tabelalarda, uyarılarda, hatta havaalanı anonslarında bile karşılaşıyoruz. Aslında bu üç ırkın tek problemi dil de değil; yakın zamanda gruplaşma gittikçe artmış; Dutch dediğim kısım Hollanda'ya katılmak istiyor, Belçika bayrağına basan Flemenk milletvekilleri bile var.

Brugge küçüklüğü ve başkent olmaması nedeniyle Avrupa turlarında atlanma ihtimali olan bir şehir. Bense o ruhu olmayan "Benelux" bölgesindeki tek ruhlu şehir olduğunu düşünüyorum. Ortaçağda bir resmi alıp onu dondurun, sonra 2000'lere taşıyın. Sokakta göreceğiniz birkaç araba ve telekomunikasyon mağazalarını saymazsak hala Ortaçağ'da yaşayan bir şehir Brugge. Evler, hükümet binaları, kiliseler, kaldırımlar, kanallar ve köprüleriyle tarihi dokusu süper.

Biz Snuffels Hostel isminde küçük, rahat ve işletmecisi biraz fazla samimi -hatta bazen küstah- hostelde kaldık. Oldukça memnun ayrıldık, o yüzden tavsiye ederim. Hostel ürünü Brugge Jester isimli bira da fena değildi.

Brugge küçük olduğu için şehir merkezinden her yere yürünebilir, sadece tren istasyonu ve şehir merkezi arasındaki mesafeyi otobüsle katetmek enerjiyi daha gerekli etkinliklere saklamak için yararlı olabilir. Belfry Tower'dan tüm şehir görülebiliyor, fotoğraf çekmek için ideal bir nokta. Aslında biz gittiğimizde manzara o eski çatılar karlarla örtülmüş olmasa bu kadar güzel olur muydu, ondan da şüpheliyim. 20 dakikalık tırmanışı göze alıp almamak kişiye kalmış. Çikolata müzesinin ise girişi ucuz (5 Euro). Çok çok farklı bir müze değil açıkçası, çikolatadan heykelleri görmek, çikolata yapılışına şahit olmak farklı olabiliyor. Bunun dışında patates kızartması müzesi gibi gereksiz müzeleri kimsenin gezmek isteyeceğini sanmıyorum.


Gece hayatı şehrin küçüklüğüne göre fena değil. Zaten Belçika'ya özgü biralardan birkaçını deneyen herkes geceye eğlenerek başlıyor. "Bar Des Amis" bu biraların servis edildiği güzel pub'lardan biri. Başka yerlerde de duymuşsunuzdur mutlaka, "Duvel" ve "Leffe" efsane biralar.

Bir de Brugge'ün "romantik şehir" konumlandırması var, anladığım kadarıyla yakın zamanda bunu ön plana çıkarmışlar. 10 romantik noktayı sevgilinizle tamamlayarak Brugge'deki romantik "görev"inizi bitirmiş oluyorsunuz. Kış güzelliğini de düşününce sevgililer günü için de tercih sebebi olabilecek bir şehir. Kısacası, Avrupa'yı gezeceksen Brugge'ü atlamayacaksın!

27 Mayıs 2010 Perşembe

Yüz Tarama - Yüz Arama


Financial Times'ın haberine göre Google'ın sürekli yenilik ve gelişim felsefesine verilen örneklerden biri "Facial Recognition Search", yani arama motorunda yüz hatlarını kullanarak insanların bilgilerine ulaşma. Şu an yapabildiğimiz görsel aramadaki isim aratıp fotoğraf görüntüleme teknolojisinin tersini düşünebiliriz.

Öncelikle söyleyeceklerim var: "Şerefsizim aklıma gelmişti!" Tabii bu tür bir algoritma ciddi bir teknolojik altyapı gerektiriyor. Şu anda Google'ın resim sunucusu Picasa'da buna benzer bir altyapı bulunuyor; ancak Google CEO'su Eric Schmidt'in bahsettiği çok daha yaygın, günlük ve gelişmiş bir kurulum.

Yararları olacaktır. Bu teknoloji zaten yaygın olarak suç araştırmalarında polisler (ülkesine göre dedektifler, ajanslar) tarafından kullanılıyor. Bu açıdan suçla savaşan birimlere kolaylık ve zaman kazancı getireceği kesin. Ayrıca Picasa'daki kurulumun da birçok kullanıcısı mevcut. Sağlık sektörünün, şirketlerin insan kaynakları departmanlarının işine yarayacağını da tahmin edebiliriz. Devlet işlerinde online database'lerde kullanılarak bürokrasi azaltılabilir. Ticarete olan etkisi ise belki daha da uç noktalara varabilir: Teknolojinin daha da gelişmesiyle yüz hatlarını tarayan algoritma, ürünler için de kullanılmaya başlanır ve online alışverişte yeni bir çağ başlar.

Öte yandan özel hayat dünyada gittikçe daha güçlü bir kavram olmaya başladı. Artık gösteriş peşindeki genç kullanıcılar bile facebook'ta kendilerinden habersiz tag'lenmis olmaktan rahatsız. Bu tarz bir teknolojinin yaygın kullanımı, artık fotoğraf çekilmekte tereddüt eden tek topluluğun ünlüler olmayacağı anlamına gelebilir. Artık herkes bir paparazzi, herkes bir ünlü olabilir. Sapıklar için açılan bu yeni kapıdan kaçmak zorlaşabilir.

Google, bu teknolojiyi hayata geçirirken karşılarına çıkabilecek her şeyi düşüneceklerinin, endişelerinin kullanıcılarla aynı olduğunun özellikle altını çiziyor. Hatta bu teknolojinin kendilerine baskın bir avantaj sağlayacak olmasına rağmen henüz piyasaya sürmekten emin olmadıklarını da ekliyor. Bu biraz rahatlatıcı, yine de şu soru kafamızda oluşuyor: Acaba bu teknoloji nasıl bir yöntemle piyasaya sürülürse negatif etkilerinden arınır?

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Amsterdam


Her üniversite öğrencisinin "Abi bu yaz kesin gidiyoruz" dediği Amsterdam'a Şubat'ın ortasında Avrupa turumuzun başlangıç noktası olarak gittik. Hangi sene olduğu önemli değil, ama kar fırtınası ve dondurucu soğuktan dolayı çoğu zaman dışarıda 2 saatten uzun duramadığımız senelerden bir sene.

Avrupa'daki en kolay havaalanı-şehir ulaşımlarından biri olan Schilpol Havaalanı - Amsterdam Central Station yolunu katettikten sonra Rembrandt duragina yakin mesafedeki hostelimize (Granada) geldik. Amsterdam gibi pahali bir şehirde herhangi bir hosteldeki gecelik fiyatlardan çok çok aşağıda bir fiyat olan geceliği 14 Euro'ya kaydımızı yaptırdık. Sonradan bu fiyatın bu hostele çok bile olduğunu 3 gece boyunca kaloriferi bozuk bir odada kalıp, 2 haftalık Avrupa turu boyunca burunlarımızı çekerken anlamış olacaktık.

Daha önce burada yaşamış olan bir arkadaşımızın da yardımıyla genel bir şehir turu yaptık ve merak ettiğimiz Heineken müzesiyle yolculuğumuzun kültürel (!) beklentilerini karşılamaya başladık. 20 Euro'ya değmeyecek bir müze; içeride 3 bardak bira veriliyor ve bunun dışında herhangi bir bira imalathanesinde görülebilecek şeyler var. Bira üretimini hissettirecek, sizi bira yerine koyan 10 dakikalık bir interaktif video var. Bu kadar.

Artık zincir haline gelmiş olan, Amsterdam'ın en ünlü Coffee Shop'ı Bulldog'da aldığımız joint'ler çok ciddi bir etki yapmadı. Biraz kek de yedik. Ben pek etki hissetmedim; ama yeterince iyi içememiş de olabilirim. Arkadaşlardan birinin ise dudağı uyuşmuş. Bu arada Bulldog; gerek çalışanların ukalalıkları, gerek joint'in kalitesi, gerekse fiyat olarak ilerleyen günlerde keşfedeceğimiz Zeedijk Straat'taki Coffee Shop'lardan çok daha yetersizdi.

2. gün Amsterdam'ı bilen arkadaş bizden ayrıldı; ama tavsiyesiyle meşhur patatesçi, turistlerin gözdesi Manneken Pis'ten patates aldık (zaten bu Hollanda'nın kendine özgü tek besini bu). Tartar sosunu tavsiye ederim. Rijksmuseum ya da Rembrandt müzesini gezmedik; ama Van Gogh müzesine gittik. Gayet güzel bir müzeydi. Yine de Avrupa'nın diğer şehirlerindeki müze fiyatlarına göre 14 Euro yüksek bir bedel. Daha sonra hiçbir özelliği olmayan, ama herkesin bir şekilde gidip fotoğraf çektirdiği "I Amsterdam" yazısının etrafında takıldık.


Akşam Red Light. Sonuçta Amsterdam en çok Coffee Shop ve Red Light'ıyla meşhur; o yüzden bu sokakları gezmemek olmazdı. Yanyana bir sürü odalar, odaların üzerinde kırmızı florasanlar ve odanın camından dışarı bakıp gülen, cama tıklatan genç ve korkunç güzel kızlar. Birbirlerini gazlayıp odalara giren Britanyalı turistlerin arasından dolandık biz de bir süre ve "Efenim buyrung!"un bir şekilde İngilizce'sini söylemeyi başaran bir çalışanı olan Moulin Rouge kulübüne girdik. Bir süre karşılaşacağımızı tahmin ettiğimiz şovlar devam etti (striptiz ve dansçının çeşitli genital bölge yetenekleri); ancak gerçek bir seks tiyatrosu göreceğimizi bilmiyorduk! Kulüpten sonra bir Irish Pub'da biraz içip hostelin yolunu tuttuk.

Ertesi gün Rembrandt civarını, souvenior shop'ları ve Seks Müzesi'ni gezdik. Girişi sadece 4 Euro ve oldukça eğlenceli bir müze. Burada cinselliğin farklı kültürlerde ne kadar farklı anlaşıldığını; ama bir o kadar da hep aynı yönde ilerlediğini, fahişelik kavramının bazı kültürlerde normal olduğunu gördük. Gelişen her teknolojide cinsellik direkt sektörel bir şekilde var olmasının örnekleri ilgimizi çekti: Fotoğraf makinesi keşfediliyor; ilk çekilen fotoğraftan 20 yıl sonra ise, bırakın cinselliğin fotoğraflarının piyasaya girmesini, sado-mazo fotoğraflar bile ortaya dökülüyor. Aynı durum video sektörü için de geçerli.

Kanal turu yaptık ve Amsterdam'daki nehir evlerini gördük. Bu son gecemizde pub ve gece kulüplerine gittik; içip dans etmeden Amsterdam'dan ayrılmayalım dedik. Gece hayatını merak edenlere: "Zeedijk Straat"ta basta Çin restoranları olmak üzere yemek yenecek yerler ve pub'lar, barlar var. Bununla kesişen "Warmoestraat"ta ise daha çok pub'lar ve barlar var, birkaç tane de kulüp var. Yani ikincisi daha geceye uygun bir cadde. Dam Square civarlarinda da yine başarılı gece kulüpleri var.

Özetle, Amsterdam en az 1-2 kez ziyaret edilesi bir şehir; ancak bir turist daha fazlasında kesinlikle sıkılır. Kanallar şehre güzellik katmasına rağmen ben Amsterdam'da bir ruh bulamadım. Romantik desen değil, sanatçı desen o da tam değil, eğlence olarak ot belli bir yerden sonra o kadar da ilginç değil, bir tek gecen hayatı güzel; ama o da İstanbul'dan üstün değil.

23 Mayıs 2010 Pazar

Can Erik

"22 yaşındaydım, üniversite mezunuydum, Türkiye'nin aydınlık yüzlerinden biriydim, demokrasiye ve çağdaşlaşmaya sonuna kadar inanıyordum; ama 'Nasıl koydu Vestel Manisa?' diyen yetkiliye, koyulmuş biri olarak hiçbir kıza gülümsemediğim kadar çok gülümsüyordum. O, burada bir aile olduğumuzu söyledikçe canı gönülden katılıyor, ne kadar doğru bir tespit yaptığını söylüyordum. Çok çalışırsam ben de ilerde kendime ait bir kupayla ortalıkta gezinerek etrafımdaki yetkisizlerin bana gülümsemesini sağlayabilecektim. Yıllar sonra bana ait olan tek şey bir kupa olacağı için, o kupaya, bir kupaya verilmesi gerekenden daha çok kıymet verecektim.

Saate baktım, daha 11'di. 2 saattir buradaydım ama yıllar geçmiş gibiydi, akşam 6'ya kadar burada, müdürün kupasından çay içmemeye dikkat ederek kalacaktım ve bu ortalama 20 yıl sürecekti. 20 yıl sonra çimlere, günün istediğim saatinde, istediğim şekilde yayılmama izin verilecekti. Ama daha 20 yıl vardı önümde.

...Akşam işten çıktım, kravatımı cebime koyup, otobüsle Fındıklı Parkı'na gittim. Küçük bir kesekağıdında satılan can eriklerden aldım. Bankta oturup erikleri yerken kupa heyecanıyla geçecek 20 yılımı düşündüm. Sabahın altısında serviste o saatte bile çok enerjik birinin muhabbetiyle, akşamki dizinin muhabetiyle, Yeşilaycı çalışanlarının tembihleriyle, tatil ve haftasonu planlarıyla, küçük işyeri şakalaryla, forward mail'lerle, benden daha yetkililere gülümsemeyle geçecek 20 yıl vardı önümde. Biz iş yerinde mutlu bir aileydik ama deniz burada, çim burda, erik burada sabit duruyordu.

Çalışmak istemiyordum."

Umut Sarıkaya, Benim De Söyleyeceklerim Var

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Intel-Siyaset

Team Obama'nın 2008'deki başarısına, Türkiye'de belediye başkanlığı seçimlerinde AKP'nin video tabanlı miting görüntülerini paylaşmasına yeterince şaşırdıktan sonra siyasetin de internetin gücünü kavradığına tanıklık etmiştik.

New York Times'ta geçen hafta internetin insanların siyasi eylemleri bir kenara, siyasi düşüncelerine olan etkisini incelemiş.

Televizyon yaygınlaştığında birçok insan kendi çevresinin, kabuğunun dışında fikirlere maruz kaldığı için siyasi görüşlerde toleransta bir artış olmuş. TV'den önce kendi komunitelerinin dışında siyaseti konuşamayan ve -eger kitap okumuyorlarsa- diğer fikirleri dinleyemeyen insanlar, bu fikirlere daha sıkıca bağlanıyorlarmış. Aslında internetin ilk yıllarında da bundan farklı bir durum olduğu söylenemez; çünkü tek bir popüler web sitesi yaygınlaşıyor ve eğer bu site bağımsız ve tarafsızsa çeşitli fikirlerle karşılaşabiliyorlardı.

Şu anda ise internet bambaşka bir noktaya ulaştı. İnsanların takip edebileceği binlerce haber sitesi, blog, tartışma forumları var. Bu nedenle siyasete ayıracağı süreyi aynı seviyede tutmak isteyen bir insan bu kaynakların birçoğundan feragat etmek durumunda. NYT'nin araştırmasında şu psikolojik durumun tetiklenip tetiklenmediği sorgulanmış: Bu seçim insanların ellerine verildiğinde, karşıt fikirlerdense kendi fikirlerini onaylatma ihtiyacına gidebilirler mi? Böylece insanlar fikirlerine çok daha bağlı, atgözlüklü hale gelebilirler mi?

Aslında araştırmanın sonucu cevabı "Hayır" olarak veriyor. Araştırma ABD'de yapılmış. Ortaya çıkan sonucun temellendirmesi, insanların karşıt görüşlere sinirlenseler de merak duygularının ağır bastığı yönünde. Açıkçası ben sonucun daha farklı olacağını beklerdim; hatta daha detaylı ve uzun vadeli bir araştırmanın sonucunun cevabının "Evet" olacağını düşünüyorum. İnsanlardaki ortalama kendine güvenin daha düşük olduğu ülkelerde -ki bunlar gelişmekte olan ülkeler oluyor- insanların onaylanma ihtiyacı yüksek seviyede olacaktır.

Yan Etkiler

Dünya, iyi ve kötü insanlara ayrılmış gibiydi. İyiler daha huzurlu uyuyorlar, diye düşünüyordu Cloquet. Kötülerse uyanık oldukları saatlerin tadını daha iyi çıkarıyorlar.

Woody Allen, Side Effects

11 Nisan 2010 Pazar

Scrubs


Hastalıkta, sağlıkta; iş-güç rutininde, yurtdışında; akşam çerez niyetine, depresyondan çıkma niyetine; yoldayken, yataktayken, sınıftayken, işteyken; arkadaşlarla, tek başına; yerken, içerken, tuvaletteyken; ruh temizliğine birebir. İzlemeye başladığımdan beri verdiğim en uzun arayı (9 ay) sonlandırmayı düşünüyorum. İlk sezonuna 6. kez (muhtemelen daha fazla) başlamanın zamanı geldi.

Why do we fall, sir?

So that we might learn to pick ourselves up.

- Batman Begins

17 Ocak 2010 Pazar

How can you see into my eyes?


Bu cuma itibariyle gözlük-lens ikilisinden -inşallah- sonsuza dek kurtulmuş bulunuyorum.

3 ayrı doktora gözükerek garantiye almak istediğim lazer ameliyatı sürecinin göründüğü kadarıyla başarıyla tamamlandığını zevkle bildiriyorum.

Operasyon için seçtiğim hastane İstanbul Cerrahi Hastanesi, seçtiğim doktor Sinan Göker oldu. Aslında hastane seçiminde doktor seçimi etkili oldu demek yanlış olmaz; çünkü kime sorsam, hangi göz doktoruna danışsam, ağzından bu doktorun ismi çıkıyor. Medyada da tanınan bir doktor kendisi; karizma, sakinlik ve yeteneği bir potada eritebilmiş. Yalnız adam inanılmaz yoğun. İlk gün muayene günü, 2. gün ameliyat günü ve 3. gün kontrol günü olarak değerlendirirsek Sinan Bey ile aynı odada sadece 20 dk. bulunmuşumdur. Muayeneyi, kontrolleri, ölçümleri asistanlar, hemşireler ve ekip doktorları (ki onlar da uzman doktorlar) yapıyor. İlk gün Sinan Bey ile 5 dk. ameliyat detaylarını konuşuyorsunuz ve randevunuz alınıyor. 2. gün ilaçlar alınıyor, son kontroller yapılıyor, damlalar damlatılıyor ve ameliyat için 15. dk'lığına Sinan Bey odaya giriyor.

Buraya bir parantez açalım; ameliyatlar dendiği gibi 4 dk falan sürmüyor. 5 dakika kornea flap kaldırma, 5'er dakika da gözlerin traşlanması sürüyor. Gayet de 2090'lı yılların bilim-kurgu filminden ameliyat sahnesi gibi. Bin türlü ışık, korkunç görünümlü makineler ve "diiit" sesleri. Gözünün dakikalarca buna tanıklık etmesi de cabası. Yine de Sinan Göker'in tüm süreci anlatarak sizi rahatlatması ve işini çabuk bitirmesi güzel. Parantezi kapa.

Kısacası artık "nnnevet... görüyorum!" (Bu arada bu hangi Cüneyt Arkın filmiydi acaba?) Demem o ki; Sinan Göker iyi doktor; ama İstanbul Cerrahi Hastanesi 2 saat sürecek dediği bekleme süresini 7.5 saate çıkarması olsun, paritesi 2.1 olan Euro'yu 2.2'den hesap etmesi olsun, ameliyat sonrası kontrolü "hee iyi görüyorsun aferim" ile geçiştirip ameliyatı yapan doktorla bir kez görüştürmemesi olsun, gördüğüm en başarısız hastanelerden. Baba da doktor olunca, hele de hastanelerde yöneticilik yapmış olunca az çok kıyaslama yapabiliyorum.

Not: Ameliyat sonrası Keten Tohumu içecekmişim bir yıl boyunca. Araştırdım cilde iyi geliyormuş. Doktor cildimi beğenmedi heralde... Peki...