Şimdi Ohrid diye başlık yazdım; ama Balkan Türkleri "Ohri" diyorlar. Göl kenarındaki bu küçük, tarihi şehrin hayran sayısı boşuna fazla değil: Dingin iklimi, eski evler arasında dar sokakları, sıcak insanı, onlarca farklı kilisesi ve en önemlisi ama kelimelere dökmesi en zoru o "tatil atmosferi" ile gerçekten görülmeye değer bir şehir.
Ekşi Sözlük'ten bir entry alıntılayayım: Tanrının cenneti yaratırken bir damlasını dünyaya düşürdüğü ve buranın da Ohrid olduğu söylenir.
Üsküp'ten buraya 8 €'ya gelebilirsiniz. Ben Ağustos sonu gittim; ancak tesadüfen tanıştığım ve evlerinde kaldığım Sonja & Dimitri çifti sezonun sona erdiğini söylediler. Bahsetmeden geçmeyelim, bu çift tüm sıcaklıklarıyla beni geceliği 7 €'ya gayet konforlu bir şekilde konaklattılar. Klimentov Univerzitet Sokağı üzerinde ana caddeye 1 dk. mesafede ve göl manzarası var. İşte burası o dar sokakların olduğu eski şehir aynı zamanda. Neyse, dedikleri gibi gerçekten de sezon sona ermiş, yabancı turist azalmış; ancak iç turistler yani Makedon turistler hala oldukça fazlaydı.
Şehrin iki çok önemli özelliği var. Birincisi kiliseleri: Evliya Çelebi demiş ki; bu şehirde her güne bir kilise var. Ve bu doğruymuş! Şehirde gerçekten 365 adet kilise varmış; ancak komunizm döneminde bunların birçoğu yıkılmış. Şimdi bile bu küçük kasabada hala onlarca kilise ve bir sürü de camii var. Bu kiliselerden St. John Kaneo, St. Maria ve St. Panteleimon kiliseleri inanılmaz güzel. Kesinlikle görülmeleri lazım.
İkinci özellik ise Sırbistan ve Makedonya'daki birkaç günümde söktüğüme gurur duyduğum Kiril Alfabesi ile alakalı. Evet, St. Cyrill hapiste yattığı Ohrid'de bu alfabeyi yan hücrelerdeki yoldaşlarıyla (yoldaş diyince bambaşka bir şey oldu ama) anlaşabilmek için keşfetmiş.
Şehri turlayın, gölde yüzün, göl kenarında biranızı için, sıcak makedon insanıyla kaynaşın, börek-dondurma yiyin, akşam sahilde yürüyüş yapın.. Ohrid'in keyfini çıkarın. Yalnız sineklere dikkat edin.
Makedonya'da, hatta tüm Balkan ülkelerinde servisin yavaşlığına alışınca yemekler daha bir hevesle yeniyor. Burada da diğer Makedon yemekleri dışında farklı olarak göl balığı trout var. Ben "Dalga" isimli restoranda (evet yine Türkçe) yedim; 500 gramı 1100 dinar, yani yaklaşık 18-19 €. Ama yediğinize değiyor, tadı güzel. Bunun dışında sabahları Sinalco'da güzel bürekler (börek değil), öğlen Belvedere'de fena olmayan çorbalar içebilirsiniz.
Geceleri iskelenin sağ tarafı daha hareketli. Terrazza Aquarius'un ortamı fena değil, burada 1'e kadar içkinizi içebilirsiniz; ama sonra kapanıyor. İçki içilecek bir başka yer ana cadde üzerinde bir işhanının ilk katında gibi gözüken La Terrasse. Ortamı pek güzel, sıcak. İçerde herkes birbirini tanıyor, hatta İngilizce bilenlerle muhabbete dalabilirsiniz. Bu barın 2 alt katında ise dans edilmeyen bir gece kulübü var; Club Revolution. Ne işe yaradığını pek anlamadım. En iyi ortam ise bu işhanına benzeyen yapıya yakın "Havana" isimli kulüp. Olay gece 1:30'dan sonra başlıyor, sabaha kadar devam ediyor ve oldukça hareketli. Deniz kıyısında Aquarius'a yakın Club Kalmo var, burası da hareketli. Ayrıca yine sabaha kadar açık olup, daha "chill" denilebilecek bir yer de "Jazz In" isimli mekan; burası da St. Maria kilisesine yakın.
Beklentileri aşırı yükseltmeyeyim, Ohri gittiğim en güzel şehir değil; fakat tatil havasını en çok hissettiren şehirlerden biri. Gidip de pişman dönülmez.
18 Kasım 2011 Cuma
21 Ekim 2011 Cuma
Çiğ Köfte
Urfa'nın hakimi Kenan, Hz. İbrahim'in görkemli bir ateşte yakılmasını ve bunun herkese ders olmasını ister. Bu sebeple de civardaki yanacak herşeyin toplatılmasını emreder. Askerleri ağaçlar bir kenara, insanların evlerindeki kap-kacaklara dahi el koyar.
Ocağında yakacak malzemesi kalmamış bir evde ise kocası eşine ne yemek yapacağını sorar. Kadın çiğ ceylan etini alır, bol acıya bular ve yoğurmaya başlar. Acı, bir nebze de olsa yemeği pişirmiştir.
İşte tarihin ilk çiğ köftesi budur.
Ocağında yakacak malzemesi kalmamış bir evde ise kocası eşine ne yemek yapacağını sorar. Kadın çiğ ceylan etini alır, bol acıya bular ve yoğurmaya başlar. Acı, bir nebze de olsa yemeği pişirmiştir.
İşte tarihin ilk çiğ köftesi budur.
9 Ekim 2011 Pazar
La Habana
Bizdeki ismiyle Havana, insanların hakkında en puslu bilgilere sahip olduğu şehirlerden biri. Sebebi izolasyon. Açıkçası sağda solda duyulan "çok iyi" ya da "çok kötü" yorumlarından farklı bir şekilde anlatmaya çalışacağım. Çünkü Küba'ya giden insanlara sorduğumda insanların otellerinden çıkmadığını, tur programlarını takip ettiğini görüyorum. Biz gittiğimizde ise en lüks otelinden en fakir sokağına kadar girdik bu şehrin.
Tabii ukalalık etmeden önce doğruluk payı olan birkaç önermeden bahsetmek lazım: Şehrin dokusu çok güzel. Avrupa 18. yüzyıl mimarisi hakim ve işin güzeli, bunun üstüne yatırım yapılmadığı için varolan binalar hep işte bu binalar (aynı şey '50 model arabalar için de geçerli). Ve fakat yine yatırım yapılmadığı için o güzel dokunun bir arka sokağına girdiğinizde aynı binanın kırgın-dökük tarafını görüyorsunuz, kanalizasyon kokusuyla birlikte. Gece Obispo Sokak'ta (şehrin en canlı sokağı) yürürken piyano seslerini veya Chan Chan eşliğinde danseden kızları görürken, devasa bir Havana caddesinde dahi karanlıkta yürürken etraftan gelen "chicas?" seslerinden irkiliyorsunuz. Turla bu şehre gelirseniz, evinde kaldığım Consuela'nın kırık camından dışarıyı göremezsiniz.
Ve yine doğru olan bir söylem: Fakir, ama mutlular. Peki neden? Çünkü ellerinde olandan ötesini pek de bilmiyorlar. İnternete bu kadar sınırlı erişim varsa, ülkeden çıkma yasağı varsa, insanların neye özenmelerini bekleyebilirsin ki? Bu işin felsefesine girip, bilginin mi mutluluğun mu asıl amaç olduğu tartışması konudan saptırır. Sadece şu noktada bir kez daha ispatlanan bir yargıyı görüyoruz: Cahillik mutluluktur.
Böyle derin bir girişle şu güzelim ülkeyi ya da şehri yerin dibine sokmak haksızlık oldu sanırım. Her ne kadar insanlar sokakta satış yapmak veya kadın ticareti için laf atıyorlarsa da asla sizi takip etmiyorlar ya da fiziksel temasa girmiyorlar. İşin aslı bu açıdan İstanbul'dan daha da güvenli bir şehir. O yüzden akşamları karanlık gözünüzü o kadar korkutmasın. Ülkedeki gençler internet ya da yurtdışı yasaklarını saçma buluyorlar; ancak kendi ağızlarından da "Me gusta socialismo"yu duyabilirsiniz. Yani sistemlerinin değişmesi gerektiğini ifade etseler de batıya özenmedikleri kesin.
Ülkeyle ilgili bilinmesi gereken birkaç şey:
- Vizenizi pasaporta işletmeyin. Bu şu demek oluyor: Elinize otobüs bileti gibi bir karton verecekler vizeyi aldığınız yerden. Giriş yaptığınızda bu kartonun yarısını yırtacaklar, ülkede kaldığınız süre boyunca diğer yarısını sakın kaybetmeyin.
- Malum sebeplerden Küba'ya Amerika üzerinden ulaşamazsınız (biz Meksika üzerinden gittik).
- Uçaktan inince seçilen birkaç kişiye ahiret sualleri sorabilirler -ki ben bu şanslı gruptandım. Yaklaşık yarım saat yarı İspanyolca - yarı İngilizce uğraştırdılar. - Ha evet, İspanyolca'nıza güvenmeyin; zira aksanları bambaşka..
- Havana'da şehir haritalarını bile parayla satıyorlar.
- Para demişken, CUC isimli turiste özel bir kurları var, lokal olarak ise bambaşka bir kur var; ama sizin onu kullanmanız yasak.
- Paranızı Kadeka denilen yerlerden değiştirebilirsiniz; ancak Dolar yerine Euro ya da başka bir kuru kullanın; zira dolara ekstra vergi isteniyor.
Artık şehre girebiliriz:
Museo de Revolucion'da Küba devriminin detayları anlatılıyor. Açıkça taraf tutsa da, belgelerle inandırıcılığı da sabit tutabilen bir müze burası. Ancak çok da ekstra bir bilgi edinmeyi beklemeyin. Plaza de Revolucion'da ise devrimin önemli insanlarının simgesel resimlerini görebilirsiniz. Bir uğranıp fotoğraf çektirilebilir. Bunun dışında rom müzesine uğrayıp taze mojito içebilir, ya da puro (cigar) müzesine uğrayabilirsiniz. Biz gidemedik, ancak oradaki arkadaşlarımız baldırlarında puro saran Kübalı kız hayal edenleri üzecek bir tablo çizdiler bize :) Not: Cohiba'nın Esplendido serisinden memnun olduğumu söyleyebilirim.
4 gün kaldığımız için şehrin birçok yerini ziyaret etme şansımız oldu. Calle de los presidentes, isminden de anlaşıldığı gibi Küba başkanlarının heykellerinin sıra sıra dizildiği upuzun bir cadde. Başarılı. Ayrıca La Universidad civarı da pek güzel. Üniversitenin iç kısmındaki canlı hayat bize oldukça keyifli geldi. Çok çok eski ağaçlar bina "interior"larında yükseliyor. Ayrıca o kadar fakir olarak düşündüğümüz şehrin bu kısmında gördüğümüz devasa hastaneler de Küba'nın meşhur sağlık sisteminin başarısını ispatlıyor.
Ve mide. Deniz ürünleri doğanın sunduğu yegane lezzet burada. Bütün kabukları ayrılmış ve muhteşem soslarla zenginleştirilmiş bir ıstakozu güzel bir restoranda 9 €'ya yiyebilirsiniz. Daha önce denemediğiniz deniz ürünlerini burada deneyin. Obispo Sokak'taki restoranlar iyidir. Üniversite civarında da meşhur ve ucuz bir dondurmacı bulunuyor; ancak tam adresi hatırlayamıyorum. Havana'nın birası da fena olmamakla birlikte buraya gelip mojito içmeyeni de döveceklerini hesaba katmalısınız. Ama benim favorim; El Floridita'ta -ki burası Hemingway'in en çok sevdiği barmış- yudumlayacağınız Daiquiri'dir. Bu içki mojitonun gölgesinde kalmış, ancak Küba'da yapıldığı haliyle tek kelimeyle muhteşem.
Geceleri genelde otellerin club kısımları hareketli oluyor; ancak unutmamanız gereken bir şey var: Burada kızların çoğu para karşılığı birliktelik teklif ediyor ve hatta sizden hoşlanmış olsalar dahi, kaldığınız odanın ücretini sizden talep edeceklerdir. Bunu Kübalı arkadaşım Miguel anlattı. Ayrıca "Casa de la Musica" isimli bir mekan daha var; ki burası diğer kulüplerin aksine latin danslarının tüm hareketliliğini ve eğlencesini yaşatan bir yer.
Makinemi havaalanına gelirken kaybettiğim için pek fotoğraf koyamıyorum.. Küba bambaşka bir yer gerçekten ve bu başkalığı bozulmadan / değişmeden görülmesi gerekli. Öncelikli tavsiyem Küba'ya gidip zamanınızı sadece Havana'da geçirmeyin; çünkü bu ülkede bambaşka bir cennet var ve oraya zaman ayırmazsanız asıl pişmanlığı yaşarsınız.
Tabii ukalalık etmeden önce doğruluk payı olan birkaç önermeden bahsetmek lazım: Şehrin dokusu çok güzel. Avrupa 18. yüzyıl mimarisi hakim ve işin güzeli, bunun üstüne yatırım yapılmadığı için varolan binalar hep işte bu binalar (aynı şey '50 model arabalar için de geçerli). Ve fakat yine yatırım yapılmadığı için o güzel dokunun bir arka sokağına girdiğinizde aynı binanın kırgın-dökük tarafını görüyorsunuz, kanalizasyon kokusuyla birlikte. Gece Obispo Sokak'ta (şehrin en canlı sokağı) yürürken piyano seslerini veya Chan Chan eşliğinde danseden kızları görürken, devasa bir Havana caddesinde dahi karanlıkta yürürken etraftan gelen "chicas?" seslerinden irkiliyorsunuz. Turla bu şehre gelirseniz, evinde kaldığım Consuela'nın kırık camından dışarıyı göremezsiniz.
Ve yine doğru olan bir söylem: Fakir, ama mutlular. Peki neden? Çünkü ellerinde olandan ötesini pek de bilmiyorlar. İnternete bu kadar sınırlı erişim varsa, ülkeden çıkma yasağı varsa, insanların neye özenmelerini bekleyebilirsin ki? Bu işin felsefesine girip, bilginin mi mutluluğun mu asıl amaç olduğu tartışması konudan saptırır. Sadece şu noktada bir kez daha ispatlanan bir yargıyı görüyoruz: Cahillik mutluluktur.
Böyle derin bir girişle şu güzelim ülkeyi ya da şehri yerin dibine sokmak haksızlık oldu sanırım. Her ne kadar insanlar sokakta satış yapmak veya kadın ticareti için laf atıyorlarsa da asla sizi takip etmiyorlar ya da fiziksel temasa girmiyorlar. İşin aslı bu açıdan İstanbul'dan daha da güvenli bir şehir. O yüzden akşamları karanlık gözünüzü o kadar korkutmasın. Ülkedeki gençler internet ya da yurtdışı yasaklarını saçma buluyorlar; ancak kendi ağızlarından da "Me gusta socialismo"yu duyabilirsiniz. Yani sistemlerinin değişmesi gerektiğini ifade etseler de batıya özenmedikleri kesin.
Ülkeyle ilgili bilinmesi gereken birkaç şey:
- Vizenizi pasaporta işletmeyin. Bu şu demek oluyor: Elinize otobüs bileti gibi bir karton verecekler vizeyi aldığınız yerden. Giriş yaptığınızda bu kartonun yarısını yırtacaklar, ülkede kaldığınız süre boyunca diğer yarısını sakın kaybetmeyin.
- Malum sebeplerden Küba'ya Amerika üzerinden ulaşamazsınız (biz Meksika üzerinden gittik).
- Uçaktan inince seçilen birkaç kişiye ahiret sualleri sorabilirler -ki ben bu şanslı gruptandım. Yaklaşık yarım saat yarı İspanyolca - yarı İngilizce uğraştırdılar. - Ha evet, İspanyolca'nıza güvenmeyin; zira aksanları bambaşka..
- Havana'da şehir haritalarını bile parayla satıyorlar.
- Para demişken, CUC isimli turiste özel bir kurları var, lokal olarak ise bambaşka bir kur var; ama sizin onu kullanmanız yasak.
- Paranızı Kadeka denilen yerlerden değiştirebilirsiniz; ancak Dolar yerine Euro ya da başka bir kuru kullanın; zira dolara ekstra vergi isteniyor.
Artık şehre girebiliriz:
Museo de Revolucion'da Küba devriminin detayları anlatılıyor. Açıkça taraf tutsa da, belgelerle inandırıcılığı da sabit tutabilen bir müze burası. Ancak çok da ekstra bir bilgi edinmeyi beklemeyin. Plaza de Revolucion'da ise devrimin önemli insanlarının simgesel resimlerini görebilirsiniz. Bir uğranıp fotoğraf çektirilebilir. Bunun dışında rom müzesine uğrayıp taze mojito içebilir, ya da puro (cigar) müzesine uğrayabilirsiniz. Biz gidemedik, ancak oradaki arkadaşlarımız baldırlarında puro saran Kübalı kız hayal edenleri üzecek bir tablo çizdiler bize :) Not: Cohiba'nın Esplendido serisinden memnun olduğumu söyleyebilirim.
4 gün kaldığımız için şehrin birçok yerini ziyaret etme şansımız oldu. Calle de los presidentes, isminden de anlaşıldığı gibi Küba başkanlarının heykellerinin sıra sıra dizildiği upuzun bir cadde. Başarılı. Ayrıca La Universidad civarı da pek güzel. Üniversitenin iç kısmındaki canlı hayat bize oldukça keyifli geldi. Çok çok eski ağaçlar bina "interior"larında yükseliyor. Ayrıca o kadar fakir olarak düşündüğümüz şehrin bu kısmında gördüğümüz devasa hastaneler de Küba'nın meşhur sağlık sisteminin başarısını ispatlıyor.
Ve mide. Deniz ürünleri doğanın sunduğu yegane lezzet burada. Bütün kabukları ayrılmış ve muhteşem soslarla zenginleştirilmiş bir ıstakozu güzel bir restoranda 9 €'ya yiyebilirsiniz. Daha önce denemediğiniz deniz ürünlerini burada deneyin. Obispo Sokak'taki restoranlar iyidir. Üniversite civarında da meşhur ve ucuz bir dondurmacı bulunuyor; ancak tam adresi hatırlayamıyorum. Havana'nın birası da fena olmamakla birlikte buraya gelip mojito içmeyeni de döveceklerini hesaba katmalısınız. Ama benim favorim; El Floridita'ta -ki burası Hemingway'in en çok sevdiği barmış- yudumlayacağınız Daiquiri'dir. Bu içki mojitonun gölgesinde kalmış, ancak Küba'da yapıldığı haliyle tek kelimeyle muhteşem.
Geceleri genelde otellerin club kısımları hareketli oluyor; ancak unutmamanız gereken bir şey var: Burada kızların çoğu para karşılığı birliktelik teklif ediyor ve hatta sizden hoşlanmış olsalar dahi, kaldığınız odanın ücretini sizden talep edeceklerdir. Bunu Kübalı arkadaşım Miguel anlattı. Ayrıca "Casa de la Musica" isimli bir mekan daha var; ki burası diğer kulüplerin aksine latin danslarının tüm hareketliliğini ve eğlencesini yaşatan bir yer.
Makinemi havaalanına gelirken kaybettiğim için pek fotoğraf koyamıyorum.. Küba bambaşka bir yer gerçekten ve bu başkalığı bozulmadan / değişmeden görülmesi gerekli. Öncelikli tavsiyem Küba'ya gidip zamanınızı sadece Havana'da geçirmeyin; çünkü bu ülkede bambaşka bir cennet var ve oraya zaman ayırmazsanız asıl pişmanlığı yaşarsınız.
28 Eylül 2011 Çarşamba
Angora
Derler ki, Nuh'un gemisi Anadolu'dadır. İşte bu deyişi destekleyen efsanelerden biri:
Nuh'un gemisi fırtınalarda savrulup dururken bir noktada öyle bir dalga geliyor ki; geminin çapası kopuyor. Gel zaman git zaman, tufan sona erince medeniyetlerini inşa etmek isteyen insanlar Anadolu'nun ortasında bir çapayla karşılaşıyorlar. Deniz yok, gemi yok. Diyorlar ki "bu Nuh'un gemisinin çapası".
Tam da oraya bir kasaba kuruyorlar ve çapanın hürmetine bu şehre dillerinde çapa anlamına gelen Angora (hani İngilizce'deki "anchor" gibi) diyorlar.
Yani bugünkü Ankara.
Nuh'un gemisi fırtınalarda savrulup dururken bir noktada öyle bir dalga geliyor ki; geminin çapası kopuyor. Gel zaman git zaman, tufan sona erince medeniyetlerini inşa etmek isteyen insanlar Anadolu'nun ortasında bir çapayla karşılaşıyorlar. Deniz yok, gemi yok. Diyorlar ki "bu Nuh'un gemisinin çapası".
Tam da oraya bir kasaba kuruyorlar ve çapanın hürmetine bu şehre dillerinde çapa anlamına gelen Angora (hani İngilizce'deki "anchor" gibi) diyorlar.
Yani bugünkü Ankara.
13 Eylül 2011 Salı
Skopje
Üsküp ya da Skopje ya da Ushkup, benim gezdiğim şehirler içinde İstanbul dahil en "Osmanlı" şehir. Balkanlarda Yunanistan ve Bulgaristan'da zaten Osmanlı kalıntıları artık pek yok. İstanbul ise artık bir ticarethane ve birkaç figür bulunmasına rağmen Osmanlı yaşantısının izlerini bulamazsınız. Anadolu Osmanlı'dan ziyade Türk'tür, o hissiyat daha baskındır. Bursa'da veya Konya'da sezilir biraz bu his. Ama Üsküp.. Şöyle örneklersek daha iyi anlaşılır; Brugge'de gezerken nasıl ana meydanda kurulan pazarları, eski evleri, kısacası 1600'lerin Avrupa'sını gözlemliyorsanız, Üsküp'te de özellikle Vardar nehrinin kuzey kısmında bulunan o eski şehirde 1600'lerden bir Osmanlı gününü gözlemleyebilirsiniz. Zaten insanların %80'i Türkçe biliyor. Kasasını taşıyan bir amca, bisikletlerle yarışan çocuklar ve tabii Osmanlı mimarisi.
Şöyle de bir teorim var: Osmanlı'da en başarılı mimarlar hep devşirme olduğu için belki de memleketlerindeki mimariye daha çok katkıda bulunmuşlardır.Üsküp'te bulunduğum 2 günde görülmesi gereken yerleri rahatlıkla tamamladım. Şimdi kategoriler bazında biraz bahsedelim:
Doku: Taş Köprü'nün (ya da Vardar nehrinin) güney kısmı şehrin modern kısmını, kuzeyi ise eski ve aynı zamanda Osmanlı denilebilecek kısmını oluşturuyor. Köprü başlı başına güzel zaten. Köprüden kuzeye geçince sağ tarafta Daut Paşa Hamam'ı görüyoruz. Şeklen zaten çok güzel, içi ise -ben göremedim ama- müzeye dönüştürülmüş ve pek başarılıymış. Şehrin içindeki "Çifte Hamam" da bir resim galerisi olmuş. Aslında Üsküp'teki bu sistemi beğendim: Hamamlar resim galerisi ve hanlar da restoran / barlara dönüştürülmüş ve doku bozulmadan turistlerin ilgisine sunuluyorlar. Han deyince akla "Kapan An" geliyor, biraz küçük ama aynı derecede de sevimli. Sokakları gezin, aralara girin, seveceksiniz. Bu bölgenin en son kısmında da "Bit Pazar" var ve evet, bildiğimiz bit pazarı. Ama kiril alfabesiyle yazılıyor, pek komik..БУT ПAЗAP yani.. Daha ileride çok güzel bir dış cepheye sahip "Saat Kula". Ve evet, bu dediklerimi ben Türkçe'ye çevirmiyorum, bunlar buraların isimleri! Bahsettiğim gibi şehrin güney kısmı daha "modern Üsküp" olarak anılıyor; burda da St. Kliment Ohridski kilisesi ve Büyük İskender heykeli güzel yapıtlar.
Mide: Balkanlar diyince akla ilk gelen et yemeği tabii ki köfte oluyor; ancak Üsküp'te ekstra başarılı bir köfte yiyemedim. Köftenin alası için (bkz: Kosova). Eski çarşıda nispeten meşhur olan "Destan" köftecisinde güzel köfteler yedim; burada sunuluş bana ilginç geldi. Köfte ve salata söylüyorsunuz ve önünüze sadece köfte geliyor; pilav filan yok, hatta bıçak da yok! Çatal ve köfte başbaşa! Ha salataya gelince buraya özgü "Şopsko" salatası güzel gerçekten: Domates, salatalık, soğan ve üstüne rendelenmiş mozarella. Bütün bunlara 4 TL'ye denk gelen bir para verip doyuyorsunuz :)
Nehrin "modern Üsküp" tarafında bir sürü dondurmacı var ve buraya özgü farklı aromalarla dilinizi tatlandırabilirsiniz. Ama porsiyonlar büyük ve bir yerden sonra bayabiliyor; farklı bir ilginçlik de az önce yediğiniz yemekten daha pahalı. Yerel içki Sırbistan'da da içtiğimiz "rakija". Meyve aromalı sert bir likör demek sanırım doğru tanım olacaktır.
Gece: Şimdi Üsküp nispeten merkezi ve önemli bir balkan şehri tabii; ama yine de küçük bir yer. Şehrin Osmanlı kısmında bol bol nargile bahçeleri olmakla birlikte barlar da yok değil ve gece yarısına kadar Skopsko birası ya da rakiyanızı içebilirsiniz. Ben bunu şirin "Kaldrma Bar"da yaptım. Evet, kaldırım kenarınd a bir bar ve iddiaları "ilk rakija bar" olmaları. Diğer balkan ülkelerinde olduğu gibi gece burada da gece yarısından, hatta 1'den sonra başlıyor. Açıkçası şehrin bu eski kısmında çok gece kulübü göremedim; ancak etrafta kulüplere göre giyinmiş insanlar da vardı. Not düşelim; bit pazarın civarındaki aşırı süslü kızlar buranın sosyeteye göre bir Red Light District olduğunu bana hissettirdi. Gece klüpleri ise benim farkettiğim kadarıyla yine şehrin modern kısmında nehir kıyısında. Fena değiller.
Üsküp ucuz, canlı ve görülmesi gereken bir şehir. Hiçbir şey için olmasa bile Osmanlı yaşayını görebilmek için.
Şöyle de bir teorim var: Osmanlı'da en başarılı mimarlar hep devşirme olduğu için belki de memleketlerindeki mimariye daha çok katkıda bulunmuşlardır.Üsküp'te bulunduğum 2 günde görülmesi gereken yerleri rahatlıkla tamamladım. Şimdi kategoriler bazında biraz bahsedelim:
Doku: Taş Köprü'nün (ya da Vardar nehrinin) güney kısmı şehrin modern kısmını, kuzeyi ise eski ve aynı zamanda Osmanlı denilebilecek kısmını oluşturuyor. Köprü başlı başına güzel zaten. Köprüden kuzeye geçince sağ tarafta Daut Paşa Hamam'ı görüyoruz. Şeklen zaten çok güzel, içi ise -ben göremedim ama- müzeye dönüştürülmüş ve pek başarılıymış. Şehrin içindeki "Çifte Hamam" da bir resim galerisi olmuş. Aslında Üsküp'teki bu sistemi beğendim: Hamamlar resim galerisi ve hanlar da restoran / barlara dönüştürülmüş ve doku bozulmadan turistlerin ilgisine sunuluyorlar. Han deyince akla "Kapan An" geliyor, biraz küçük ama aynı derecede de sevimli. Sokakları gezin, aralara girin, seveceksiniz. Bu bölgenin en son kısmında da "Bit Pazar" var ve evet, bildiğimiz bit pazarı. Ama kiril alfabesiyle yazılıyor, pek komik..БУT ПAЗAP yani.. Daha ileride çok güzel bir dış cepheye sahip "Saat Kula". Ve evet, bu dediklerimi ben Türkçe'ye çevirmiyorum, bunlar buraların isimleri! Bahsettiğim gibi şehrin güney kısmı daha "modern Üsküp" olarak anılıyor; burda da St. Kliment Ohridski kilisesi ve Büyük İskender heykeli güzel yapıtlar.
Mide: Balkanlar diyince akla ilk gelen et yemeği tabii ki köfte oluyor; ancak Üsküp'te ekstra başarılı bir köfte yiyemedim. Köftenin alası için (bkz: Kosova). Eski çarşıda nispeten meşhur olan "Destan" köftecisinde güzel köfteler yedim; burada sunuluş bana ilginç geldi. Köfte ve salata söylüyorsunuz ve önünüze sadece köfte geliyor; pilav filan yok, hatta bıçak da yok! Çatal ve köfte başbaşa! Ha salataya gelince buraya özgü "Şopsko" salatası güzel gerçekten: Domates, salatalık, soğan ve üstüne rendelenmiş mozarella. Bütün bunlara 4 TL'ye denk gelen bir para verip doyuyorsunuz :)
Nehrin "modern Üsküp" tarafında bir sürü dondurmacı var ve buraya özgü farklı aromalarla dilinizi tatlandırabilirsiniz. Ama porsiyonlar büyük ve bir yerden sonra bayabiliyor; farklı bir ilginçlik de az önce yediğiniz yemekten daha pahalı. Yerel içki Sırbistan'da da içtiğimiz "rakija". Meyve aromalı sert bir likör demek sanırım doğru tanım olacaktır.
Gece: Şimdi Üsküp nispeten merkezi ve önemli bir balkan şehri tabii; ama yine de küçük bir yer. Şehrin Osmanlı kısmında bol bol nargile bahçeleri olmakla birlikte barlar da yok değil ve gece yarısına kadar Skopsko birası ya da rakiyanızı içebilirsiniz. Ben bunu şirin "Kaldrma Bar"da yaptım. Evet, kaldırım kenarınd a bir bar ve iddiaları "ilk rakija bar" olmaları. Diğer balkan ülkelerinde olduğu gibi gece burada da gece yarısından, hatta 1'den sonra başlıyor. Açıkçası şehrin bu eski kısmında çok gece kulübü göremedim; ancak etrafta kulüplere göre giyinmiş insanlar da vardı. Not düşelim; bit pazarın civarındaki aşırı süslü kızlar buranın sosyeteye göre bir Red Light District olduğunu bana hissettirdi. Gece klüpleri ise benim farkettiğim kadarıyla yine şehrin modern kısmında nehir kıyısında. Fena değiller.
Üsküp ucuz, canlı ve görülmesi gereken bir şehir. Hiçbir şey için olmasa bile Osmanlı yaşayını görebilmek için.
4 Mayıs 2011 Çarşamba
Yasaklamak Yasaktır!
“Naziler önce komünistler için geldiler, bir şey demedim çünkü komünist değildim. Sonra yahudiler için geldiler ve bir şey demedim çünkü yahudi değildim. Sonra sendikacılar için geldiler ve bir şey demedim çünkü sendikacı değildim. Sonra katolikler için geldiler ve bir şey demedim çünkü katolik değildim. Ve sonra benim için geldiklerinde ise çevremde benim için bir şeyler diyecek kimse kalmamıştı…”
Martin Niemöller
Lütfen imzanızı atınız.
24 Nisan 2011 Pazar
Split
Balkan gezimizin son durağı olan Split'e kiralık arabamızla vardığımızda akşam üzeriydi. Biz plansızdık; ama Hırvatistan'a, hatta Balkanlara hakim misafirperverlik sağolsun 1 saat içinde elimizde haritalar hazırdı. Yine aynı misafirperverlik kalacak yerlerin neredeyse hepsinin dolu olmasına rağmen bize şehrin eski kısmının (Diocletian's Palace) ortasında harika bir guesthouse ayarladı. Her tarafı dövmeli, sürekli sigara içen, dağınık saçlı, boğuk sesli bir kızın bize bu evi ayarlamak için yarım saat uğraşması da insanların görünüşüne aldanmamak gerektiğinin bir örneğiydi (ders veren blog :) ).
Hırvatistan'ın en meşhur birası Ozusko. Havanın güzelliğinden midir, yoksa bu biranın içine başka bir şey mi atıyorlar bilmiyorum; ancak bu biradan 2 tane bile içsek kafa oluyorduk. Tabii kiralık arabamız bozulunca bizi ancak bu bira teselli eder oldu :) Not düşelim: Asla Chevrolet Aveo kullanmayın! İşte bu biranın ve yorgunluğun etkisiyle; ayrıca o gece gittiğimiz gece kulübünden sıkıldığımız için o gün 2:30 gibi evimize döndük.
Ertesi gün Bacvice Beach'e gittik. Burası oldukça ilginç; hilal şeklinde denizi sarmalayan küçük bir koy düşünün yaklaşık 100 metre çapında, bu alan boyunca suyun yüksekliği dizleri geçmiyor. Gündüz daha ziyade çocuklarıyla plaja gelen aileler için; ama bu plajı efsane bir yer haline getiren bambaşka bir şey, ona sonra geleceğim. Diğer plajlarda çok bir olay yok. Gündüz için yemek tavsiyem ucuz ve lezzetli pizzalar.
Kaldığımız evin şehrin eski kısmında bulunduğunu söylemiştim. Burası Dioclecianus Palace diye geçiyor; isminden de anlayacağınız gibi Roma İmparatorluğu'ndan kalma. Evimizin 10 metre yakınında olup bizi her sabah 10'da uyandıran çan kulesi (St Domnius Katedrali) çok güzel bir mimariye sahip. Günde 3 kez evden çan sesi duymak ise paha biçilemez :)
Deniz kıyısındaki Riva caddesi aktivitelerin en yoğun olduğu trafiğe kapalı güzel bir cadde. Ev sahibemizin işaret diliyle bize verdiği tavsiyeyle akşam yemeği için bu caddenin sonundaki FIFE isimli restorana gittik. Yarım saat sıra bekledik; ancak bizden sonra 1 saat bekleyenler de vardı. Öte yandan hem atmosferi güzel, hem de yemekler muhteşem. Çok pahalı değil ve içtiğimiz çorbaların (sebze ve balık çorbaları), yediğimiz kuzu rostonun ve patatesten yapılmış olan makarnanın tatları damağımızda kaldı. Tavsiye edilesi.
Son gecemizde ise hayatımızda gördüğümüz en iyi organize edilmiş partiye rast geldik. Hilal şeklindeki Bacvice Beach'ten bahsetmiştim. Kumsalın yamacına devasa bir sahne kurulmuş; üzerinde bir DJ, insanlar şortlarıyla - bikinileriyle kumsalda ve o bahsettiğim sığ denizde dans ediyorlar.. Yüzlerce insan.. Atmosfer ve müzik inanılmaz. Sabah 8'de kalkacağımız ve çok yorgun olduğumuz halde bu partiden ancak gece 3'te ayrıldık.
Split'in bir avantajı da buradan kalkan feribotlarla Hırvat adalarına gidebilmeniz. Ancak bunu başka bir post'ta anlatayım, bu post'u gerçekten gurur duyduğum bir fotoğraf ile kapatayım.
Hırvatistan'ın en meşhur birası Ozusko. Havanın güzelliğinden midir, yoksa bu biranın içine başka bir şey mi atıyorlar bilmiyorum; ancak bu biradan 2 tane bile içsek kafa oluyorduk. Tabii kiralık arabamız bozulunca bizi ancak bu bira teselli eder oldu :) Not düşelim: Asla Chevrolet Aveo kullanmayın! İşte bu biranın ve yorgunluğun etkisiyle; ayrıca o gece gittiğimiz gece kulübünden sıkıldığımız için o gün 2:30 gibi evimize döndük.
Ertesi gün Bacvice Beach'e gittik. Burası oldukça ilginç; hilal şeklinde denizi sarmalayan küçük bir koy düşünün yaklaşık 100 metre çapında, bu alan boyunca suyun yüksekliği dizleri geçmiyor. Gündüz daha ziyade çocuklarıyla plaja gelen aileler için; ama bu plajı efsane bir yer haline getiren bambaşka bir şey, ona sonra geleceğim. Diğer plajlarda çok bir olay yok. Gündüz için yemek tavsiyem ucuz ve lezzetli pizzalar.
Kaldığımız evin şehrin eski kısmında bulunduğunu söylemiştim. Burası Dioclecianus Palace diye geçiyor; isminden de anlayacağınız gibi Roma İmparatorluğu'ndan kalma. Evimizin 10 metre yakınında olup bizi her sabah 10'da uyandıran çan kulesi (St Domnius Katedrali) çok güzel bir mimariye sahip. Günde 3 kez evden çan sesi duymak ise paha biçilemez :)
Deniz kıyısındaki Riva caddesi aktivitelerin en yoğun olduğu trafiğe kapalı güzel bir cadde. Ev sahibemizin işaret diliyle bize verdiği tavsiyeyle akşam yemeği için bu caddenin sonundaki FIFE isimli restorana gittik. Yarım saat sıra bekledik; ancak bizden sonra 1 saat bekleyenler de vardı. Öte yandan hem atmosferi güzel, hem de yemekler muhteşem. Çok pahalı değil ve içtiğimiz çorbaların (sebze ve balık çorbaları), yediğimiz kuzu rostonun ve patatesten yapılmış olan makarnanın tatları damağımızda kaldı. Tavsiye edilesi.
Son gecemizde ise hayatımızda gördüğümüz en iyi organize edilmiş partiye rast geldik. Hilal şeklindeki Bacvice Beach'ten bahsetmiştim. Kumsalın yamacına devasa bir sahne kurulmuş; üzerinde bir DJ, insanlar şortlarıyla - bikinileriyle kumsalda ve o bahsettiğim sığ denizde dans ediyorlar.. Yüzlerce insan.. Atmosfer ve müzik inanılmaz. Sabah 8'de kalkacağımız ve çok yorgun olduğumuz halde bu partiden ancak gece 3'te ayrıldık.
Split'in bir avantajı da buradan kalkan feribotlarla Hırvat adalarına gidebilmeniz. Ancak bunu başka bir post'ta anlatayım, bu post'u gerçekten gurur duyduğum bir fotoğraf ile kapatayım.
23 Nisan 2011 Cumartesi
Şey
Ömer Hayyam cebir üzerine çok düşünür ve çalışır. Bu sırada denklemlerde bilmediği sayılara Arapça "şey" demektedir. Bizim bugün bilmediğimiz "şey"ler için kullandığımız ifade.
Araplar Endülüs'e kadar yayılırlar ve İspanyollar kulaklarına "şey" olarak gelen sözcüğü yazılışta "xai" olarak kullanırlar (zaten bugün Katalanca ve Portekizce'de de x harfi ş olarak okunur).
Zamanla matematikçiler "xai"yi kısaltarak ona "x" demeye başlar ve bilinmeyen anlamına gelen evrensel "x" ifadesi oluşur.
22 Nisan 2011 Cuma
Özgürlük Nedir
Özgürlük iki kere ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir. Eğer buna izin verilirse, gerisi kendiliğinden gelir.
George Orwell, 1984
George Orwell, 1984
19 Nisan 2011 Salı
Varadero
Küba gezimizin daha sonra pişman olacağımız şekilde sadece 1 gününü Varadero'da geçirdik. Şimdiye kadar gördüğüm en muhteşem plaja sahiplik yapan Varadero, Küba'nın kuzey tarafında, La Habana'ya otobüsle 2.5, taksiyle 1.5 saat mesafede.
Turistler için Küba'nın çoğu yerinde taksi temel ulaşım aracı; bizim için de pansiyona ulaşma yolu aynı oldu. Bahsetmem lazım, kişi başı sadece 20 Euro'ya gayet düzgün bir otelde kaldık. Şehir tamamen turistik, bir sürü otelden oluşuyor. Rus, Kanadalı, Doğu Avrupalı ve Türk turistler çoğunlukta.
Varadero'nun kumsalları inanılmaz büyüleyici. 20 km boyunca uzanan bembeyaz ince kum, masmavi, tertemiz sığ Karayip Denizi. Pina colada'nızla ya da hindistan cevizinizle (daha iyisi hindistan cevizine biraz beyaz rom döktürüp) denize karşı uzanarak, güneşlenerek, karayiplerde yüzerek sizi bekleyen tüm sorumlulukları unutmanız mümkün. Bunları yazmak için tur ajansı olmaya gerek yok; çünkü burası Varadero.
2 kişi yaptığımız Karayip gezisi boyunca çok gezdiğimiz ve yorulduğumuz için Varadero'daki tek gecemizde dışarıda uzun süre kalamadık. Turistik bir şehir olduğu için akşamları barlarda Daiquiri içip bol bol Latin dansları ve ateş gösterileri izledik.
Ve bu kadar. Sadece bir gün.. Ama bu tek gün, ileride bu kumsallara tekrar uzanmaya karar vermeme yetti.
Turistler için Küba'nın çoğu yerinde taksi temel ulaşım aracı; bizim için de pansiyona ulaşma yolu aynı oldu. Bahsetmem lazım, kişi başı sadece 20 Euro'ya gayet düzgün bir otelde kaldık. Şehir tamamen turistik, bir sürü otelden oluşuyor. Rus, Kanadalı, Doğu Avrupalı ve Türk turistler çoğunlukta.
Varadero'nun kumsalları inanılmaz büyüleyici. 20 km boyunca uzanan bembeyaz ince kum, masmavi, tertemiz sığ Karayip Denizi. Pina colada'nızla ya da hindistan cevizinizle (daha iyisi hindistan cevizine biraz beyaz rom döktürüp) denize karşı uzanarak, güneşlenerek, karayiplerde yüzerek sizi bekleyen tüm sorumlulukları unutmanız mümkün. Bunları yazmak için tur ajansı olmaya gerek yok; çünkü burası Varadero.
2 kişi yaptığımız Karayip gezisi boyunca çok gezdiğimiz ve yorulduğumuz için Varadero'daki tek gecemizde dışarıda uzun süre kalamadık. Turistik bir şehir olduğu için akşamları barlarda Daiquiri içip bol bol Latin dansları ve ateş gösterileri izledik.
Ve bu kadar. Sadece bir gün.. Ama bu tek gün, ileride bu kumsallara tekrar uzanmaya karar vermeme yetti.
17 Nisan 2011 Pazar
Galvarino
Mapuche yerlisi Galvarino 16. yüzyılda Güney Amerika'da önüne gelen ırkı sindiren İspanyol Kolonisi'yle yapılan bir savaşta esir düşer. Galvarino'nun kollarından birini keserek diğer yerlilere ders vermek isteyen İspanyollar'a Galvarino diğer kolunu da uzatır ve kestirir. Kafasını da tahtaya koyar; İspanyollar ise bu halinin yerlileri sindirmesi için onu canlı bırakıp kabilesine yollarlar.
Sindirmek ne kelime: Galvarino, komşu kabileler ile oluşturduğu 1500 kişilik ordunun en önüne geçer, iki eline bıçaklar bağlar ve savaşa koşar. Bu delinin arkasındaki silahsız ordu İspanyollar'ın atlı-tüfekli ordusuna kök söktürür; uzun süre sonunda yenilir; ancak Galvarino'nun bu mücadelesi İspanyol Kolonisi için sonun başlangıcı olmuştur.
Zira Galvarino'nun mücadelesinin etkilediği ve birleştirdiği Mapuche'ler, Güney Amerika'da İspanyollar'ın 300 yıl boyunca savaşıp sindiremediği ve topraklarından çekilmek zorunda kaldığı ilk ırktır.
Sindirmek ne kelime: Galvarino, komşu kabileler ile oluşturduğu 1500 kişilik ordunun en önüne geçer, iki eline bıçaklar bağlar ve savaşa koşar. Bu delinin arkasındaki silahsız ordu İspanyollar'ın atlı-tüfekli ordusuna kök söktürür; uzun süre sonunda yenilir; ancak Galvarino'nun bu mücadelesi İspanyol Kolonisi için sonun başlangıcı olmuştur.
Zira Galvarino'nun mücadelesinin etkilediği ve birleştirdiği Mapuche'ler, Güney Amerika'da İspanyollar'ın 300 yıl boyunca savaşıp sindiremediği ve topraklarından çekilmek zorunda kaldığı ilk ırktır.
15 Nisan 2011 Cuma
Cancun #2
Cancun'daki otel bölgesinden ve şehir merkezinden bahsetmiştik. Şimdi son kısımdan bahsetme zamanı.
Cancun Çevresi
Chichen Itza: Çevre şehirlerden Chichen Itza'da dünyaca ünlü antik Maya şehri ve Kukulcan Piramidi bulunuyor. Bu piramit aynı zamanda dünyanın yeni 7 harikasından biri. Arabayla Cancun'dan 2.5 saat, paralı-parasız demeden kesinlikle otobanı kullanın, diğer yol çok rezil. Bakmayın 2 cümlede geçtiğime; kelimelerle buranın değeri anlatılamaz, Cancun'a geldiyseniz burayı görmek zorunludur.
Valladolid: Burası, Meksika dışında biraz da Yucatan kültürü istiyoruz diyenlere. Yucatan baharatlı yemekleriyle meşhur. Domuz eti sık kullanılıyor; ancak diğer yemekler de bir o kadar başarılı. Valladolid'de sevimli ve sıcak bir kasaba havası var. Hem sakin hem de ışıklı, canlı. Bizim orada bulunduğumuz gün ise, Dia de los Muertos'ten birkaç gün sonrasıydı ve o günden kalma dekoratif güzellikleri de görme şansımız oldu.
Tulum: Benim bir teorim var: Gençler sürekli arayışta olduğundan yeni ve güzel yerleri keşfediyorlar. Bir süre sonra yaşlı veya daha paralı insanlar bu yerin popülaritesinden dolayı orayı ziyaret etme gereği duyuyorlar. Bu talebi karşılamak adına bu bölgeye oteller, tatil köyleri ve seyahatçi gençlerin nefret ettiği bilimum yapılar inşa ediliyor; gençler de buradan kaçıp yeni yerler keşfediyorlar. Ve döngü yeniden başlıyor. Evet, Türkiye'deki Bodrum-Çeşme-Olimpos'un başına gelenler bunlar. Ya da Taksim'de Nevizade-Fransız Sokağı-Asmalı Mescit'in başına gelenler de.
İşte "Playa Del Carmen" ve "Tulum" isimli iki şehir, Cancun'un endüstrelize halinden kaçan gençlerin Meksika'daki yeni adresleri. Cancun'a Playa Del Carmen yarım saat, Tulum ise 1.5 saat mesafede. Ben daha çok Tulum'da vakit geçirdim ve söylemeliyim; burası da en az Cancun kadar canlı. Üstelik rahat tavırlara sahip genç popülasyonu burada daha yüksek. Daha da ilginç bir deneyim ise 'Cenotes'. Bu mistik mağaraların hem görülmeye değer bir atmosferi var, hem de meraklılara snorkelling yaparak su altındaki yazıtları gözlemleme şansı veriyorlar. Yalnız tatlı suda yüzmenin tuzlu sudaki kadar kolay olmadığını hatırlatmak lazım.
Evet, dediğim gibi Cancun ve çevresinde 1 haftalık tatili dolu dolu, hatta geride yapılması gereken şeyleri bırakarak geçirebiliyor insan. Bence en güzel yanı da, bu şehir insana hem eğlence, hem kültür, hem yiyecek-içecek keyfi, hem de sıcak insanlar sunuyor. Gidiniz, eğleniniz.
Cancun Çevresi
Chichen Itza: Çevre şehirlerden Chichen Itza'da dünyaca ünlü antik Maya şehri ve Kukulcan Piramidi bulunuyor. Bu piramit aynı zamanda dünyanın yeni 7 harikasından biri. Arabayla Cancun'dan 2.5 saat, paralı-parasız demeden kesinlikle otobanı kullanın, diğer yol çok rezil. Bakmayın 2 cümlede geçtiğime; kelimelerle buranın değeri anlatılamaz, Cancun'a geldiyseniz burayı görmek zorunludur.
Valladolid: Burası, Meksika dışında biraz da Yucatan kültürü istiyoruz diyenlere. Yucatan baharatlı yemekleriyle meşhur. Domuz eti sık kullanılıyor; ancak diğer yemekler de bir o kadar başarılı. Valladolid'de sevimli ve sıcak bir kasaba havası var. Hem sakin hem de ışıklı, canlı. Bizim orada bulunduğumuz gün ise, Dia de los Muertos'ten birkaç gün sonrasıydı ve o günden kalma dekoratif güzellikleri de görme şansımız oldu.
Tulum: Benim bir teorim var: Gençler sürekli arayışta olduğundan yeni ve güzel yerleri keşfediyorlar. Bir süre sonra yaşlı veya daha paralı insanlar bu yerin popülaritesinden dolayı orayı ziyaret etme gereği duyuyorlar. Bu talebi karşılamak adına bu bölgeye oteller, tatil köyleri ve seyahatçi gençlerin nefret ettiği bilimum yapılar inşa ediliyor; gençler de buradan kaçıp yeni yerler keşfediyorlar. Ve döngü yeniden başlıyor. Evet, Türkiye'deki Bodrum-Çeşme-Olimpos'un başına gelenler bunlar. Ya da Taksim'de Nevizade-Fransız Sokağı-Asmalı Mescit'in başına gelenler de.
İşte "Playa Del Carmen" ve "Tulum" isimli iki şehir, Cancun'un endüstrelize halinden kaçan gençlerin Meksika'daki yeni adresleri. Cancun'a Playa Del Carmen yarım saat, Tulum ise 1.5 saat mesafede. Ben daha çok Tulum'da vakit geçirdim ve söylemeliyim; burası da en az Cancun kadar canlı. Üstelik rahat tavırlara sahip genç popülasyonu burada daha yüksek. Daha da ilginç bir deneyim ise 'Cenotes'. Bu mistik mağaraların hem görülmeye değer bir atmosferi var, hem de meraklılara snorkelling yaparak su altındaki yazıtları gözlemleme şansı veriyorlar. Yalnız tatlı suda yüzmenin tuzlu sudaki kadar kolay olmadığını hatırlatmak lazım.
Evet, dediğim gibi Cancun ve çevresinde 1 haftalık tatili dolu dolu, hatta geride yapılması gereken şeyleri bırakarak geçirebiliyor insan. Bence en güzel yanı da, bu şehir insana hem eğlence, hem kültür, hem yiyecek-içecek keyfi, hem de sıcak insanlar sunuyor. Gidiniz, eğleniniz.
Cancun #1
Cancun... Amerikan (ABD) üniversite öğrencileri arasında fazlasıyla popüler olan Cancun için yaygın bir söylem var: "I went, I partied, I don't remember". Gerçekten de Cancun sınır tanımayan bir gece hayatına sahip; ama sadece bunu görmek haksızlık etmek olur, çünkü bundan çok daha fazlası var.
Öncelikle ucuz. Aslında diğer Meksika şehirlerinden pahalıdır; ama yakın mesafedeki diğer ülkelere kıyasla (bakınız; ABD, Küba, Bahamalar...) oldukça ucuz. Günlüğü 28$'a araba kiralamak, geceliği 10$'a hostelde kalmak mümkün. Nefis ve tabağı 2$'lık Meksika yemeklerine girmiyorum bile.
Ya da giriyorum.. Meksika'ya gidip yemeklerden bahsetmemek saçma olurdu: Türkiye'de de bol bol bulacağınız bazı yemekler; burrito, quesedilla, chimichanga... Popularitesinden dolayı bu yemekleri yemiş olabilirsiniz, bu yüzden başka şeyleri de denemekte fayda var. Bildiğiniz bizim sulu et yemeklerini de yanında Meksika fasulyesi ve jalapeño'larla servis ediyorlar ve gayet de güzel oluyor. Benim tavsiyem ise "Agua de Jamaica": Jamaika çiçeğinden yapılma bu meyve suyu çok lezzetli. Bir de "Ochata" var; bu da pirinçten yapılma ve biraz daha tatlı/şekerli oluyor ve yemekten sonra içmek daha keyifli oluyor. "Tecate" isimli birası da pek lezzetli.
Cancun'u 3 parçada anlatmak lazım: Zona Hotelera, şehir merkezi ve çevresi.
Zona Hotelera
Cancun'un ticari bölgesi. 26 km'lik bir şerit boyunca Yucatan yarımadasının dışına doğru uzanan ve denizin bir kısmını göl haline getiren ince doldurma kara parçası. Daha iyi canlandırabilmek adına şöyle anlatalım:
Bu bölgede onlarca devasa otel, gece kulübü, plaj ve restoran var. Oldukça pahalı. Dünyada şöyle bir düzen var; gençler/sanatçılar bir yeri keşfeder, orada eğlenir, sonra para babaları/yaşlılar bunu görür, onlar da oraya gitmeye başlar, bu bölgeye yatırım artar, sonunda gençler sıkılır ve kaçmaya başlar. Cancun bu yola girmiş durumda. Yerel insanlarla konuştuğumda yaşlı profilin arttığını ve gençlerin daha çok çevre şehirlere (Playa Del Carmen, Tulum) takıldığını duydum. Ha, bu Hotel Zone'daki gece hayatının dünyadaki en çılgınlarından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Gece kulüpleri konseptli ve dağıtmak için iyi ortama sahipler; herkesin elinde marijuana var zaten, kokain çekenleri de yadırgamıyor insanlar. Dediğim gibi kontrolün kaybolduğu bir yer burası. Kısacası gece hayatı için Zona Hotelera.
Şehir Merkezi (Downtown)
Şehir merkezi daha yerel kültürü yaşayabileceğiniz bir yer. Nefis yerel yemeklerin yanında yerel bira Tecate'yi yanına tuz bulaştırılmış (bu da buraya özgü bir uygulama) bir şekilde içebilirsiniz. Burada da gece hayatının Zona Hotelera'dan altta kalır yanı yok. Tek farkı, müzikler artık İspanyolca'dır ve danslar anlayamayacağımız tarzda, ilginçtir (zıplaya zıplaya, döne döne :) ). Ama yine de eve ancak sabah 8'de dönebilirsiniz.
Bir şehrin hissini en çok sokaklar verir. Cancun'da ruhu olan sokaklar pek yok, zaten Amerika kıtasının tamamındaki geniş caddeler genelde buna izin vermez. Yine de arka plandaki müzik ("llamado de emergencia") ABD etkisinde ticarileşmekte olan bu şehirde farklı bir ruh da varolduğunu koyuyor ortaya.
Cancun çevresini ise ayrı bir post ile anlatalım.
Öncelikle ucuz. Aslında diğer Meksika şehirlerinden pahalıdır; ama yakın mesafedeki diğer ülkelere kıyasla (bakınız; ABD, Küba, Bahamalar...) oldukça ucuz. Günlüğü 28$'a araba kiralamak, geceliği 10$'a hostelde kalmak mümkün. Nefis ve tabağı 2$'lık Meksika yemeklerine girmiyorum bile.
Ya da giriyorum.. Meksika'ya gidip yemeklerden bahsetmemek saçma olurdu: Türkiye'de de bol bol bulacağınız bazı yemekler; burrito, quesedilla, chimichanga... Popularitesinden dolayı bu yemekleri yemiş olabilirsiniz, bu yüzden başka şeyleri de denemekte fayda var. Bildiğiniz bizim sulu et yemeklerini de yanında Meksika fasulyesi ve jalapeño'larla servis ediyorlar ve gayet de güzel oluyor. Benim tavsiyem ise "Agua de Jamaica": Jamaika çiçeğinden yapılma bu meyve suyu çok lezzetli. Bir de "Ochata" var; bu da pirinçten yapılma ve biraz daha tatlı/şekerli oluyor ve yemekten sonra içmek daha keyifli oluyor. "Tecate" isimli birası da pek lezzetli.
Cancun'u 3 parçada anlatmak lazım: Zona Hotelera, şehir merkezi ve çevresi.
Zona Hotelera
Cancun'un ticari bölgesi. 26 km'lik bir şerit boyunca Yucatan yarımadasının dışına doğru uzanan ve denizin bir kısmını göl haline getiren ince doldurma kara parçası. Daha iyi canlandırabilmek adına şöyle anlatalım:
Bu bölgede onlarca devasa otel, gece kulübü, plaj ve restoran var. Oldukça pahalı. Dünyada şöyle bir düzen var; gençler/sanatçılar bir yeri keşfeder, orada eğlenir, sonra para babaları/yaşlılar bunu görür, onlar da oraya gitmeye başlar, bu bölgeye yatırım artar, sonunda gençler sıkılır ve kaçmaya başlar. Cancun bu yola girmiş durumda. Yerel insanlarla konuştuğumda yaşlı profilin arttığını ve gençlerin daha çok çevre şehirlere (Playa Del Carmen, Tulum) takıldığını duydum. Ha, bu Hotel Zone'daki gece hayatının dünyadaki en çılgınlarından biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Gece kulüpleri konseptli ve dağıtmak için iyi ortama sahipler; herkesin elinde marijuana var zaten, kokain çekenleri de yadırgamıyor insanlar. Dediğim gibi kontrolün kaybolduğu bir yer burası. Kısacası gece hayatı için Zona Hotelera.
Şehir Merkezi (Downtown)
Şehir merkezi daha yerel kültürü yaşayabileceğiniz bir yer. Nefis yerel yemeklerin yanında yerel bira Tecate'yi yanına tuz bulaştırılmış (bu da buraya özgü bir uygulama) bir şekilde içebilirsiniz. Burada da gece hayatının Zona Hotelera'dan altta kalır yanı yok. Tek farkı, müzikler artık İspanyolca'dır ve danslar anlayamayacağımız tarzda, ilginçtir (zıplaya zıplaya, döne döne :) ). Ama yine de eve ancak sabah 8'de dönebilirsiniz.
Bir şehrin hissini en çok sokaklar verir. Cancun'da ruhu olan sokaklar pek yok, zaten Amerika kıtasının tamamındaki geniş caddeler genelde buna izin vermez. Yine de arka plandaki müzik ("llamado de emergencia") ABD etkisinde ticarileşmekte olan bu şehirde farklı bir ruh da varolduğunu koyuyor ortaya.
Cancun çevresini ise ayrı bir post ile anlatalım.
27 Şubat 2011 Pazar
Venezuella'da Devrim
"Dünya artık büyük sözlerle değil, küçük insanlarla değişiyor."
Ece Temelkuran, Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita
Ece Temelkuran, Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita
24 Ocak 2011 Pazartesi
Saraybosna
Daha önce de bahsettiğim Balkan geziminizin aslında ilk durağı Saraybosna'ydı (Sarajevo). Amaç deniz kıyısında Hırvatistan tatili de olsa, Bosna'yı da görmeden olmazdı.
Plansız olmamıza rağmen uçağımızın erken oluşuna güvenerek araba kiralayabileceğimiz ümidindeydik. Ne yazık ki Saraybosna'daki film festivali bunu imkansız kıldı. Biz de sırtımızda çantalarımız şehrin merkezine yollandık.
Bu bölgenin ismi Başçarşija. Tanıdık geldi değil mi? Evet, baş çarşı. Sırbistan'da olduğu gibi Bosna'da da bir sürü Türkçe kelimeyle karşılaşıyorsunuz. Döner, börek, kaldırım, çay, kahve, çizme.. Saraybosna'da öyle çok gezilecek yer yok; hele de hava Temmuz sonunda yağmurluysa. Biraz da benim ısrarımla Latin Bridge'e yürüdük. Burası Franz Ferdinand'ın bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldüğü ve 1. Dünya Savaşı'nın başladığı yer. Ve işte Saraybosna'daki gündüz gezisi bu kadar.
Ama insanların nazik, sıcakkanlı ve Türkleri çok sevdiğini söylemem lazım. Niyetimiz Mostar'a gidip, gerekirse oradan araç kiralamak olduğu için tramvaya bindik ve orada iki kızla tanıştık. Bize çok yardımcı oldular, sayelerinde şehir ile ilgili bir çok şey öğrendik (bu arada biri Türkçe biliyordu). Gece hayatı konusunda onların da tavsiyesiyle o gece Saraybosna'da kalmaya karar verdik. Yine onların tavsiyesiyle tek kişilik oda başına geceliği 20 Euro verdiğimiz Banana City isimli otele kayıt yaptırdık.
Gece Başçarşija'ya gitmek üzere yine tramvaya bindik ve gündüz tanıştığımız kızların tavsiyesiyle yine bilet almadık. Ama yolda polisler bize bilet sordu ve ceza ödemek zorunda kaldık. Turistiz ayağını yemedi tabii polisler.
Güzel bir restoranda bayağı güzel yemekler yedik, biralarımızı içtik. Etraftaki eğlence yerlerini gezdikten sonra gündüz tanıştığımız insanların tavsiyesi olan "The Basement" isimli gece kulübüne gittik. Oldukça güzel bir ortamı var ve çok şık. Bosnalı kızların inanılmaz güzel olduğunu söylememe gerek yok. Gecenin ilerleyen saatlerinde göbekli kodaman adamların yanına gitmeleri kafamda ilginç düşünceler uyandırmadı değil.
Ertesi gün ise Mostar'a gidiş günü olduğundan şehir gezisi yapamadık. Gerek de yoktu, zira bu yoldaki nefes kesici kanyonlar yüzünden sürekli durmak zorunda kaldık. Eğer Bosna-Hersek'e gideceksiniz bu kanyonları kesin görmelisiniz.
Plansız olmamıza rağmen uçağımızın erken oluşuna güvenerek araba kiralayabileceğimiz ümidindeydik. Ne yazık ki Saraybosna'daki film festivali bunu imkansız kıldı. Biz de sırtımızda çantalarımız şehrin merkezine yollandık.
Bu bölgenin ismi Başçarşija. Tanıdık geldi değil mi? Evet, baş çarşı. Sırbistan'da olduğu gibi Bosna'da da bir sürü Türkçe kelimeyle karşılaşıyorsunuz. Döner, börek, kaldırım, çay, kahve, çizme.. Saraybosna'da öyle çok gezilecek yer yok; hele de hava Temmuz sonunda yağmurluysa. Biraz da benim ısrarımla Latin Bridge'e yürüdük. Burası Franz Ferdinand'ın bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldüğü ve 1. Dünya Savaşı'nın başladığı yer. Ve işte Saraybosna'daki gündüz gezisi bu kadar.
Ama insanların nazik, sıcakkanlı ve Türkleri çok sevdiğini söylemem lazım. Niyetimiz Mostar'a gidip, gerekirse oradan araç kiralamak olduğu için tramvaya bindik ve orada iki kızla tanıştık. Bize çok yardımcı oldular, sayelerinde şehir ile ilgili bir çok şey öğrendik (bu arada biri Türkçe biliyordu). Gece hayatı konusunda onların da tavsiyesiyle o gece Saraybosna'da kalmaya karar verdik. Yine onların tavsiyesiyle tek kişilik oda başına geceliği 20 Euro verdiğimiz Banana City isimli otele kayıt yaptırdık.
Gece Başçarşija'ya gitmek üzere yine tramvaya bindik ve gündüz tanıştığımız kızların tavsiyesiyle yine bilet almadık. Ama yolda polisler bize bilet sordu ve ceza ödemek zorunda kaldık. Turistiz ayağını yemedi tabii polisler.
Güzel bir restoranda bayağı güzel yemekler yedik, biralarımızı içtik. Etraftaki eğlence yerlerini gezdikten sonra gündüz tanıştığımız insanların tavsiyesi olan "The Basement" isimli gece kulübüne gittik. Oldukça güzel bir ortamı var ve çok şık. Bosnalı kızların inanılmaz güzel olduğunu söylememe gerek yok. Gecenin ilerleyen saatlerinde göbekli kodaman adamların yanına gitmeleri kafamda ilginç düşünceler uyandırmadı değil.
Ertesi gün ise Mostar'a gidiş günü olduğundan şehir gezisi yapamadık. Gerek de yoktu, zira bu yoldaki nefes kesici kanyonlar yüzünden sürekli durmak zorunda kaldık. Eğer Bosna-Hersek'e gideceksiniz bu kanyonları kesin görmelisiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)