4 Eylül 2010 Cumartesi

Barcelona

Avrupa gezimin sonlarında arkadaşarımdan ayrılıp Barcelona'ya tek başıma gittim. Barcelona'da yaşayan bir arkadaşım olduğu için orada da yalnız kalmayacaktım. Barcelona uçağım Girona havaalanına indiğinde farkettim ki; burası ayrı bir şehir ve Barcelona'ya oldukça uzak (1.5 saat). Yine de kışın ortasında Avrupa içerisinde rastladığım tek güzel havaya şikayet edecek halim yoktu.

Pazar günleri FC Barcelona müzesi de dahil bütün müzelerin kapalı olduğunu öğrendim. Böyle günlerini değerlendirmek için en ideal etkinlik La Rambla'yı gezmek, pita'lardan atıştırmak ve o günkü karnavalı yakalamaya çalışmak. Evet, "o günkü"; çünkü Barcelonalı'ya her gün bir karnaval her gün bir festival. Kimisi bir hafta sürüyor, kimisi tek günlük; her halükarda bize lokal insanların hayata bakışıyla ilgili ipuçlarını veriyor. O gün de perküsyon karnavalı vardı.

La Rambla'nın başından sonuna yarım saatten biraz daha uzun sürede yürünebilir. Tabii bu süreyi etrafı daha çok özümseyerek arttırmak sizin elinizde. Caddenin sonunda Rambla Del Mar'a yani sahile ulaşılıyor. Mirador de Colom heykeli tüm ihtişamıyla yayaları karşılıyor. Burada şimdi ismini hatırlamadığım bir de alışveriş merkezi var. Bu arada belirtmem lazım; şehirde çoğunluk Katalan olmak üzere her ırktan bin çeşit insan var ve hepsi de her konuda çok yardımcılar.

İkinci günümün başında Camp Nou'yu ve FC Barcelona müzesini gezdim. Stad turu + müze bileti 17€; oldukça pahalı. Tavsiyem; bulabilirseniz direkt maça gidin, hem stad atmosferini de daha iyi yaşarsınız. Burada iki ilginç şey öğreniyorum: Birincisi o kadar övdüğümüz Camp Nou'nun sadece bir tribünün üstü kapalıymış. İkincisi ise spor gazetelerimizi üzecek cinsten; "Barçaladı" deyimini kullanmak saçmaymış. Zira Barça diye yazdığımız kelime "Barsa" olarak telaffuz ediliyor (Adamların marşlarında bile Barsa Barsa diye bağırıyorlar).

Günün kalanını La Rambla etrafını gezmeye adadım; önce Sant Agusti kilisesi ve "Hospital de la Sta. Creu & Biblioteca Catalunya"ya gittim. Daha sonra La Rambla'nın sonunda Sta. Anna kilisesini gördüm. Buraların hepsinin mimarisi çok güzel. Aslında Barcelona'nın mimarisine birkaç cümle ayırmak lazım. Şehirde zaten gotik hava hakim; bunun dışında diğer kültürlerden farklı olarak fazlaca interior-exterior binalar var. Yani bir iç cephe, bir de dış cephe var birçok binada. İç çephenin ordasında da Atrium denilen avlu bulunuyor. Şehrin önemli bir kısmını ise olduğu gibi Antonio Gaudi tasarlamış. Aynı gün gezdiğim La Rambla'ya yakın olan Casa Calvet ve Casa Batllo ile son günümde gezdiğim Casa Mila (La Padrera) da bu mimarın elinden. Vahşi neo-gotik diye de adlandırabileceğimiz bu tarzın kendine özgü deliliği şehre bambaşka bir hava katıyor; Barcelona en beğenilen şehirler listesine de bu yüzden balıklama giriyor.

Backpacker tarzı gezinin en güzel yanı değişik insanlarla tanışmak. Örnek: Hospital'de tanıştığım Gambia'lı Mohammad. Söylediğine göre eski bir eroin bağımlısı bir evsizmiş; daha önce ise öğretmenmiş! İnandım; çünkü oldukça kültürlü. Bana R. Tayyip Erdoğan'dan, Almanya'ya göç eden Türklerden bahsetti. Neyse, daha sonra yemek yedim; ancak tavuklu paella'yı beğenmedim. Bu arada her tarafta "Tapas" yazıyor; bunun anlamı sadece ve sadece "başlangıç". Garsonun dediğine göre bu ton balıklı ekmek de olabilir, patates kızarması da. O yüzden restorana oturmadan sormakta yarar var. İlerleyen günlerde bir paella daha yedim; bu kez deniz ürünlü. O ise fena değildi.

Barcelona'da yaşayan arkadaşımla buluşmadan önce La Sagrada Familia'ya gittim. Muhteşem, ama tamamlanmamış Gaudi eseri. Bir tarafını Gaudi bitirmiş, diğer tarafını onun ölümünden sonra çeşitli mimarlar tamamlamaya çalışıyorlar. Sürekli inşaat halinde olan bu çizgi filmden fırlama kilisenin beklenen bitiş tarihi 30 yıl sonra.. İsa ve aziz figürleri köşeli ve modernist bir şekilde yapılmış. Kule tepelerinde meyveler var.

Arkadaşımla buluşunca farkettiğim ve detaylarını arkadaşımın anlattığı bir gerçek var Barcelona'da. Bir kere Siesta'dan dolayı öğleden sonra 2-4 arası kapalı restoranlar ve mağazalar. Hayat döngüsünde böyle bir ara verilince bu sefer akşam yemeği de sarkıyor tabii. Restoranlar akşam 8'de, barlar 10'da, gece kulüpleri de ancak 12:30 gibi açılıyor. En yoğun zamanlarının da 2'şer saat ileride olduğunu düşünmek lazım. Öte yandan her yer pek bir eğlenceli; pub'larda interaktif oyunlar oynanıyor, happy hour'larda konsept ürünler (bira, shot, tavuk kanadı) ucuzluyor, herkes birbirine laf atıyor. Ayrıca arkadaşımın çok övdüğü Çipitos isimli bir shot bar var; ancak tadilat nedeniyle kapalıydı. Bir dahaki gidişimde kesin gideceğim.

Arkadaşımdan biraz daha kültürel bilgi: Barcelona resmen devasa bir tatil köyü. Herkes geniş. Her tip insan var ve herşey normal karşılanıyor burada. Mesela arkadaşımın ders programı sürekli erteleniyormuş. İnsanlar birbirlerine pislik yapmıyor, herkes deli gibi içiyor (gece-gündüz), ama kavga çıkmıyor. Marijuana legal değil; ama içerken seni görse biri, kimse bir şey demiyor. Kızlı erkekli bir sürü eşcinsel var. Katalan milliyetçiliği üst düzeyde, "İspanyol değilim, Katalan'ım" da çok yaygın bir slogan. Barcelona maçları olduğunda dünya duruyor, sokaklar boşalıyor. Ayrıca burada zengini de fakiri de aynı giyiniyor. Mantalite şu: "Burada yaşayacak, eğlenecek kadar para kazanayım ve bu yaşam partisini devam ettireyim". Yani geleceği pek düşünmüyorlar, araba ya da ev alma kaygıları yok. Üstelik 15 yaşındaki de 50 yaşındaki de aynı kafada. Zaten iyice kozmopolit bir şehir, her türlü ırk var. Tabii 3. dünya ülkelerinden gelenler daha çok; ama onlar da hep düşük klasman işlerde çalışıyor.

Ertesi gün Gotik Şehir'in dar sokaklarından yürüdüm ve Picasso Müzesi'ne gittim. Açıkçası o kadar da etkilenmedim. Zaten 1913 ile 1950 arası eserler yoktu. Sadece Picasso'nun Velazquez'den esinlenerek tekrar çalıştığı "Las Meninas" koleksiyonu etkileyici eser olarak orada bulunuyordu. Ben de diğer Gaudi eserleri olan Casa Vincent'e ve Parc Güell'e gittim. Bilmeniz gereken; metro durağı parka pek yakın değil; daha da kötüsü ulaşabilmek için ciddi sayıda merdiveni çıkmak gerekiyor. Çıkınca ise tüm bu uğraşların değdiğini anladığınız mimari ve manzara bizi karşılıyor. Mozaikli balkon, mozaikli merdiven, Gaudi tarzı kilise, Gaudi tarzı ev, yine Gaudi tarzı bir balkon daha, sarkıtlı geçitler ve sarkıtlı yollar.. Casa Gaudi'de ise 5.5€ vermeye değecek bir şey yok.

Arkadaşımla gece kumsalı gezdik. Yazın eminim çok güzel oluyordur, zira kumlar yumuşacıktı. Kış olduğu için dalgalar yüksekten vuruyordu kıyıya. Gece kulüpleri de bu bölgede. Bayağı lüksler, ama fiyatları Türkiye'deki muadillerine kıyasla çok ucuz. Buraları lokallerden ziyade turistler tercih ediyor. Bir de böyle bir ayrım var Barcelona'da işte; daha rahat, hatta bazen kirlik yerler Katalanlar için, lüks ama biraz kasıntı yerler turistler için.

Demem o ki; gençken bir noktada kesin yaşamak isteyeceğim bir şehir Barcelona. Dar sokaklarında yürümek, sokaktan geçen sarhoş insanlara laf atmak, öğlen aldığın uykuyla sabah 6'ya kadar kulüplerde sabahlamak, o deli mimarisinin olağan hayatında bir parça olduğunu bilmek.. İnsana kendini iyi hissetirir bu şehir..

1 yorum:

  1. Güzel yorum. "kesin yaşamak isteyeceğim bir şehir Barcelona" Benim için de...:)

    YanıtlaSil